KÖŞE YAZILARI

 

 Kimse bizi iyi edemez.
Biz, kendimizi iyi edebildiğimiz sürece, daha içten daha coşkulu daha neşeli hale geleceğiz. Ve hayatımızı daha rahat ve huzurlu hale getirebilmek adına kazanmak için, sahada olduğumuz sürece, bunu yapmak zorundayız da.
Ağzımızdan çıkanı kulağımız duyacak, kulağımızın duyduğunu beynimiz olumlayacak. Ve biz, bütün bunların farkına vararak kendimizi, daha iyi hale getireceğiz. Kendimize daha derin bakacak, hangi hareketimizin neyi içerdiğini daha kolay anlayacağız. Kendimizi daha kolay anlamak, karşımızdakini daha kolay anlamak anlamına gelecek ve daha mutlu ve kazançlı olmanın kapılarını da kendimize, daha bir aralamış olacağız.
Kendimizi affetmeyi öğreneceğiz. Yapılanlardan ders almayı kavrayacağız. Belki bunda başta biraz zorlanacağız. komik gelecek yaptıklarımız bize. Basit gelecek. Saçma gelecek. Ama emin olun ki uygulamayı hayatımıza aktardığımızda, bu yaptıklarımız, bize iyi gelecek.
Çünkü bunu kendi yansımamızla yapacağız. Kendi kendimize bakacak, kendi kendimize konuşacağız. Bu iş için, ayna kullanacağız.
Kazanmak, mutlu olmak, rahat yaşamak için, geçin aynanızın karşısına.
Ayna size, duygularınızı yansıtacaktır. Direnç gösterdiğiniz ya da olumlu olduğunuz düşüncelerinizi yine size işaret edecektir.

Ağzınızdan çıkan kelimeleri, kulağınızın duymasının yanı sıra, gözlerinizin de görmesini de sağlamış olacaksınız.
Hani derler ya, "nasıl demedin!" derken bir bak aynaya. Bak da kendini gör. Gör ki, yüzündeki ifadenin karşı tarafta nasıl bir duygu oluşturduğunu, nasıl bir hiddet ve yalanlama şekillendiğine, sen de gözlerinle şahit ol. Şahit ol ki, onun senin hakkında oluşturacağı düşünceyi bil ve ona göre kendini yönlendir.
İşte, sahaya çıkmadan önce, tam da bunu yapacağız.

Kendimizi, gözlerimizin arkasına akarak, kalbimizin derinliklerine kadar irdeleyeceğiz. Kendimize saygı duymayı da, teşekkür etmeyi de ve hatta kendimizi affetmeyi de öğreneceğiz. Aynayla iç sesimizle değil, dış sesimizle konuşacak, onun bir yansıtma olduğunu, oradakinin de "ben" olduğunu hafızamızdan eksik etmeyeceğiz.
Ayna düşmanınız olmaktan kurtulup, dostunuz oluncaya kadar, onunla karşılaştığınızda, zoraki dahi olsa ona;

"merhaba"
"bugün ne güzel yaptın"
"bugün ne güzel söyledin"
"belli ki bu yaptığın bir yanlıştı ve fakat, bir daha asla yapmayacaksın"
"bunu düzeltmek için ona ayna olacaksın" demeyi ihmal etmeyeceksin.
Değil mi?

Ayna ile yarenlik yaparken sakın kaygılanma. Çünkü kendini çok eleştirecek ve rahatsız olacaksın. Ancak, bir süre sonra buna alışacak, eleştirdiğin yönlerini yavaş yavaş törpüleyeceksin. Çünkü, bir başkasına bakarken, eleştirdiklerinle senin yaptıklarının farklı olmadığını aynada fark edeceksin. Ve bu senin kendini değiştirmene, ayna ile dost olmana en büyük sebeplerden birisi olacak.

İşte o zaman ayna ile dost olmaya başlayacaksın.
Onun sen olduğunu daha derinden hissedeceksin. Ona selam vermeye,
"merhaba ortak, selam"
"hey dostum"
"naber evlat"
"bugün de yüzün gülüyor" demeye başlayacaksın.

Sahadan güzel sonuçlarla döndüğünde;
"bu kıyak oldu ama, değil mi!"
"nasıl çözdüm ama!"
"dünden daha iyisin yine hadi" diyerek, kendini bir sonraki saha çalışmasına hazır hale getirecek şekilde, aldatmadan olumlayacaksın.
Üzgün ya da kızgın olduğun, kırıldığın günlerde de aynada kendine selam vermeyi, kendini derinlemesine incelemeyi sakın unutma. Çünkü her sebepten kaynaklı bitiş, bir sonraki sonucun başlangıç anahtarı olabilir.

Bunu bilerek, kendini inceleyecek;
"bu yanlıştı tamam ama, bu yöntemle düzeltmem mümkün"
"anlık karar verdim, düşünüp düzelteyim"
"beni üzdü ama, buna belki de bir hafta sonra güleceğim"
"aynı yolu kullanmazsam, daha doğru sonuca ulaşacağımı anladım" diyebileceksin.

Derinliğin dehlizlerindeki seni bulup, oradaki anahtarla kendini değiştirebileceksin. Bir deneyin. Çünkü kendinizi daha iyi hissetmek, başarı için kaçınılmazdır. Ve eğer yeni bir yola çıkmaya karar verdiyseniz, 21 günlük bir ayna çalışması yöntemiyle, kendinizi iyi hissetmek ve sonuçta, mutlu ve başarılı olmak, elinizde.

Yeter ki, aynadaki senin gözlerinden, kendi derinliklerine ulaş.
"Sana teşekkür ederim, bana bu güzel gözleri verdin ve dünyayı güzel görmemi sağladın" diye şükretmeyi hatırla.

"ben de bu gözlerle artık dünyaya olumlu bakıyorum" diye de kendine olumlu bir paye çıkar. Çıkar ki artık gerçekten dünyaya olumlu bakmaya başla.

Olayları olumlu yönleri ile de değerlendir. Olumsuz yönleri, hayatını zehir etmeyecek hale getir. Ya da bir sonraki aşamada, olumluya çevirecek dersleri çıkar.
Ve bunları aynada gözlerinin içine baka baka yap.

Yap ki, kendini daha başaralı hale getirmeye başladığını fark edecek gözleri de, gör.
Hazır aynanın karşısındayken, bir dakikanı da derin nefes almaya, nefesini tutmaya ve nefesini en uzun sürede vermeye ayır. Her harfi tekrarla ki, ağzının görüntüsüne yüzünün şekline bak. Bak ki, karşındaki seni nasıl görüyor, bil.

Bir test yap ve, kendini de sevdiklerini de olumla.
Kendine olan saygıyı ifade et; "ben yaptıklarıma saygı duyuyorum" "ben annemi çok seviyorum" "ben babamı çok seviyorum" "ben kardeşimi çok seviyorum" "ben eşimi çok seviyorum" diye tekrarla. Tekrarla ki, hayatta seni sevenleri de, senin sevdiklerini de hatırından çıkarma.

"Ben tebessüm etmemi seviyorum, beni sevenleri de seviyorum" diyene kadar devam. Çünkü hayat, sevgi üzerine şekillenirse, mutluluk oluşur, refah oluşur, saygı duyulan başarı, oluşur. İnsanları mutlu edecek ve mutlu olacağız.

Haydi sahaya!
Ne satıyorsun şu an bilemem.
İster bir fikrini anlat, ister davanı, ister bir ürünü tanıtıyor ol, istersen vermek istediğin bir hizmeti. Sattığın her ne ise, gözlerinden derinliklere yönelen aynayı hatırla. Gözlerinndeki ışığı hatırla ve asla emir verme. Bağlantı kur. Anlamıyor diye düşünüyorsan kendi gözlerine bakar gibi aynada, yeniden, yeniden anlat: Yeniden yönlendir, anlattıklarını satın alması için. Baktın ki yansımada bir sıkıntı var. O zaman adını koy sıkıntının. Ondan kaçma. İnkar etme sakın. Çözümün başlangıç yolu bu çünkü. Ardından sınırlarını çiz. Sıkıntının bir çitle çevir ki, diğer düşüncelere, sirayet etmesin. Etkilemesin istetemediğin alanlara ulaşmasın.

Hani sol beyin ve sağ beyin denir ya. İşte her ikisini de entegre et. Bunun için, üzeri örtülmüş güzel anıların ortaya çıkmasını sağlamalısın belki. Belki de tam tersi, anın ya da olayın, bir daha yaşanmaması için, önereceğini almaya yönlendirmek adına, unutmak istediklerini hatırlatacaksın, anılar içerisinden.
Ama, aman dikkat.

Anıları ortaya çıkaracağım derken, beyinin alt tarafı olan, anında öfkelenmeyi sağlayan bölümünü harekete geçirme. Bunu senin sürekli yanıt vermen de tetiklemesin. Bırak o konuşsun, koordine etsin. Sağlıklı düşünmesine zemin oluşsun. Beynin üst katını, yani mantıklı düşünmeyi sağlayan, bağ kuran bölümünü hareket ettirecek tavır ve cümleleri kur, gözlerine bakarak. O zaman aynadaki tebessüm gibi, onun da tebessümünü hissedebileceksin.

En azından, hiddetin önünü alacak, iletişimi sağlıklı kılmış olacaksın.
Hani dedik ya başta, sahaya ilk inişten itibaren, "emir, talimat verme" diye.

Evet vermeyin. Onu, kazanma isteği ile hareket ettirecek, maddi ya da manevi menfaati sunun. Sunun ama aynaya bakar gibi, kendinize anlatır gibi. İnanarak, severek, sevdirerek, sahiplenip sahiplendirerek sunun.
21 günlük pratikle,

hayatı kazanın.

Mutlu olun.

 

 

 

Çocuk hakları haftası mı?

Adamın biri psikoloğa gitmiş ve 'hiçbir tavuğa yanaşamıyorum doktor bey ne yapmalıyım' diye sormuş. Psikolog, bu danışanının korku ve kaygı sebeplerini araştırdıktan sonra, bireyin

kendisini darı zannettiğini, bir tavuğa yaklaşırsa, tavuğun onu yiyeceğini zannettiğinden dolayı yaklaşamadığını anlamış ve tedaviye başlamış.

Uzun bir tedavi sürecinden sonra, psikolog 'artık iyileştin değil mi?' diye sorduğunda adam 'evet artık darı olmadığımı biliyorum' demiş. teşekkür ederek psikoloğun yanından ayrılan danışan birkaç saniye sonra can havli ile tekrar geriye dönmüş.

Ne oluğunu sorduğunda o, 'dışarda tavuk var' diye bağırmış. Psikolog ona 'iyi de artık darı olmadığını bildiğini söylemiştin neden korkuyorsun ki' deyince, adam, 'ben biliyorum da tavuk benim yem olmadığımı bilmiyor' diye cevap vermiş.

Evet, tavuk biliyor mu?

Biz çocuklarımızın güvenle yaşama haklarının var olduğunu biliyoruz. Biliyoruz ama yine de sokağa çıkmalarına, neredeyse izin veremez oluyoruz.

Neden mi?

Sokakta tavuklar var ve onlar, evlatlarımızın güvende yaşama haklarının var olduğunu bilmiyor, bu hakka inanmıyorlar diye.

Bu hafta çocuk hakları haftası.

Ve, birleşmiş milletlerin çocuklarımızın darı olmadığını ortaya koyan açıklamaları var. Bu konuda aldığı kararlar var. Bu kararlara, taraf devletlerce atılmış, imzalar var.

Bu maddelerden birisinde diyor ki:'Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler.'

Harika diyesi geliyor insanın. Muhteşem ve çok yerinde bir madde diyesi geliyor.

Artık bu ülkeler çocukları korur. Onların en önemli, en temel hakkı olan, yaşama hakkını bu madde ile bu sözleşmeye imza atan ülkeler teminat altına almış oluyor, diye dünya çocukları adına sevinmeliyiz. Diye düşünesi geliyor insanın.

Peki durum bu mu?

Maalesef ve elbette ki değil.

Çocukların, kollarının, bacaklarının gövdelerinin toz bulutlarına karıştığı bombaları atan bu ülkeler. Bu masumları kaçırıp, kaçırttırıp, organlarını para karşılığı satan, sattıran bu ülkeler. Çocuk işçi çalışmasına karşı kriterler oluşturup, ucuz işgücü olsun diye fakir ülkelerde çocuk işçi ile üretim yaptıran bu ülkeler.

Kendi evladına yan gözle bakanı mahkemelerinde süründürüp de, fakir ülkelerin çocuklarını seks kölesi olarak kullanan, kullandıran bu ülkeler...

Mideniz yeterince bulanmadı mı, daha saymalı mı?

Şimdi bir düşünün.

Dünyada yaşama hakkı bu ülkeler tarafından garanti altına alındığı söylenen çocuklar, sokağa çıkmalı mı, çıkmamalı mı? Darının yani yemin kim olduğu belli de bu yemi tuzaklayacak tavuk kim?

Bu çocuklara 'korkmayın sokaktakilerin sandığı gibi, siz yenmeye hazır darı değilsiniz' diye ikna ettiğimizde, tavuğun bundan haberi ve bir karşılığı olacak mı?

Birileri, Suriye'deki, Irak'taki, çocukların başına bomba yağdıranlara onlar, yaşama hakları olan çocuklar, yem değil diyebilecek mi?

Türkistan'da evlerden seks kölesi yapmak üzere Müslüman türk çocuklarını kaçıranlara, 'onların yaşama hakları var onlar yem değil' diyecekler mi?

Filistin'de çocuklara bomba oyuncakları atanlara, onların da darı olmadığı söylenecek mi?

Söylemesi gereken ile yapanların, maddeleri oluşturup taraf olanların aynı olduğu bir dünyada kim kime ne diyecek?

Dünya çocuk hakları haftasıymış. Peh.

En temel hakkı içeren maddede yer alanın uygulaması bu,

başka sorum yok hakim bey!

 

 

 

Yeni Bir Harf İnkılabı Kapıda!

Onaylasanız da ret etseniz de, geçmişte bir harf inkılabı yaşadık. Ve bir gecede ülkeyi, geçmişle anlamlı bağlar kurabilme yeteneği adına, karanlığa attık. Ve bir anda, okuyanlar okuyamaz, yazanlar yazamaz, bilenler bilemez oldu. Yol göstericilerden yeni sisteme adapte olamayanlar, ülkenin gidişatına ayak uyduramadı.
Kanı önderleri, bu işin yanlışlığı üzerinde kafa yorarken, ne yapmalı da bir nesil yok olmamalı, geçmişten her şeye rağmen bağlar kopartılamamalı, nesiller birbirini nasıl, anlar kalmalı diye, düşünen olmadı.

Muallimler öğretmen, talebeler öğrenci olurken, kelime kodlarının taşımış olduğu anlamlar da, yeni yüzyılda kendilerine yer buldu. Ve geçmişle bağlar kopartılarak, önceki bin yılın son dönemlerini taşıyan anlayışla, yeniden bir devlet inşası, batıya dönük bir medeniyet oluşumu seferberliği başlatıldı.

Ve, eksik ya da yanlışları ile ve olabildiğince, kanı önderlerinin, yönlendiricilerin, öğreticilerin gayretleri ile yeni bir bin yılın başlangıcına ulaştık.

Bu önemli bir kavram.

Yeni bin yılın başlangıcı.

Harf inkılabının yapılmış olmasının tüm dezavantajlarının yanında muhteşem bir avantajının da oluşması gözlerden kaçmamalı. Bu kadim medeniyetin mensubu olan halkımız, geçmişle bağını Kur'an gerekçeli olarak, arapçadan tam olarak koparmadı. Yeni nesil, latin alfabesinin kullanılması dolayısı ile de batı ile de bir bağ oluşturdu.

Bugün, yeni bin yıl başlangıcı.

Dünya hem doğu hem de batıyı anlayabilen, yorumlayabilen kafalara ve yönlendiricilere muhtaç.

Bu bir vaka.

Bunu sağlayabilecek olan yapı, istesek de istemesek de, şu yönetim, hükumet şekli veya hükumet eden kişiler olsa da olmasa da, bugün bu misyon, bu coğrafyanın müdavimlerinin zorunlu görevi.

Bu bir dertlenme konusundur.

Bu bir, donanımlı ve hazır olma konusudur.

Bu, harf inkılabını hatta harf inkılaplarını iyi ve zamanında okuma, kendi medeniyetini, zayıflatacak ve hatta ortadan kaldıracak bir inkılap söz konusu olduğunda, onu fark edebilme ve o inkılaba yön verebilme konusudur.

Kadim medeniyetimizin temsilcileri tarihteki örnekte, bu anlamda hazırbulunuşluk sınavını; ne maddi, ne manevi, ne de entegrasyona dair bilgi düzeyi olarak vermeye, eğitim modelleri de, güçleri de kurumsal yapılarının örgütlenme biçimleri de yetmedi.

Ve şimdi, yeni bin yılı planlıyoruz.

Peki farkında mısınız, yeni bir harf inkılabı yaşanıyor!

Koca koca profesörleri cahil bırakan, okuyanların okuyamaz, yazanların yazamaz olduğu, nesilleri yeniden birbirinden ayıran bir harf inkılabı.

Ana mantığı aynı olan bu inkılap; neoteknik bir anlayışla, yeni nesle yönelik olsa da, daha önceki gibi, bir gecede gerçekleşen değil, çağa uygun olarak, alıştıra alıştıra, yani tedricilik zemininde, zorunlu kıla kıla gerçekleştirilen, bir harf inkılabıdır.

Takip etmeyenin, kendisini geliştiremeyeceği ve cahil bırakacağı, okuyucularını, kullanıcılarını, yazıcılarını neredeyse gönüllülük esasına göre, kansız bir şekilde oluşturan ve kendisine bağlı yeni bir nesil yetiştiren, yeni nesil bir harf inkılabı yapılıyor.

Bir medeniyetin kurulması ve yok edilmesini sağlayacak en önemli aracın dil ve aktarıcısı olarak da harfler olduğunu yeniden hatırlayalım. Ve geleceğe dair, doğu ile batı arasında dönemsel hazır bulunuşluğun avantajını kullanacaksak, bu yeni harf inkılabına da, medeniyetimizin kazanımları ile birlikte yeni nesli, hazır hale getirmeliyiz.

Bu tren kalktı. Bizim uygun ray ve istasyonumuzun olmaması o treninin yol almasını engellemeyecek.

Profesörlerimiz dahil, tüm kanı önderlerimizi, bir ucundan bu inkılabın, kendi medeniyetini nüfuz ettirebilecek, bilinçli müdavimleri haline getirmek durumundayız.
Evet bu inkılap, dijital devrimin oluşturduğu kendine özgü tarzı ile kodlama dilinin yazıldığı kendine özgü alfabenin inkılabıdır.

Bu inkılap; dijital parayı, enerjiyi, ticareti, alışkanlıkları, ilişkileri, olayları yorumlama biçimini, yaşamı yorumlama biçimini yeniden anlamlandıracak. Bu yüzden o dili ve kullanıcısı, takipçisi, okuyucusu olanı anlayacak, onu medeniyetimize özgü yorumlayarak, global ölçekte kullanabilecek bireysel ve kurumsal yapıların geliştirilmesi, şarttır.

Çünkü bu artık, global bir medeniyet oluşturmaktadır. Ve siz eğer bir medeniyetin diline-alfabesine hakim değilseniz, onu yönetenler, yönlendirenler ve hatta bu inkılabın çıktıları ile yönetilenlerin gelecek vizyonu hakkında, fikir sahibi dahi olamazsınız.

Hele ki, dünyanın dijital bir kasaba haline geldiği bu ağlar arasında, kimliğinizi, medeniyetinizi, neslinizi korumanız mümkün olmaz.

Evet. Yeni bin yıl kapıda.

Tüm stratejlerin ortak kanaati, yeni bin yılda, ülkemizin önemli ve etkin güç olacağı bir asır olması üzerinedir.

Çin gibi, Hindistan gibi ırk nüfusuna dayalı aritmetik büyüklüğün oluşturacağı bir gelişmişlik dünyada dengeleri farklılaştıracaktır.

Bunun yanında, Türklerin, tüm coğrafyalarda yaşayanlarla kan kardeşliğine dayalı aritmetik büyüklüğüne ek olarak, tarihi misyonunun kendisine verdiği vizyonla bakıldığında, din kardeşliğine dayalı geometrik büyüklüğün de eklemlenmesinin, bu yeni bin yılda Türkler nezdinde Müslümanları farklı kılacağını söylemek, kehanet olmayacaktır.

Materyalizmi, sadece komünizm felsefesi sanırdık geçmiş yaşlarda... Oysa ki, ruhlara kadar işlemiş. Geçmişten geleceğe.

Kabulünde, sigara dumanının ardında yaşayanlar ile şişelerin kalınlaştıran görüntülerinde yaşayanların farkı varmış gibi duruyor. Oysa ki yok. Yok bir farkı. Birisi inançlarının belirlediği çizgilerin arasında yaşıyor materyalizmi, diğeri ise ideolojisinin.

Anlamak. Anlaşılmak. Anlaşılmaya payanda olmak. Manasız bir yapı gibi. Gereksiz kelimeler gibi. Ulaşılması gereken, ulaşıldığında yok olan bir ülkü gibi.

Her kavram, bu çağın gereği gibi, iç içe girift bilmecenin ipuçlarını taşıyor sanıyorsunuz.

A noktasından B noktasına ulaştıran karışıklığı çözdüğünüzde, berrakça ortaya çıkmakta sandıklarınızın, yanlış olmadığı.

Troçki demiş ya, "kapitalizm kazanına sosyalizmi at, kaynat kaynat komünizm çıksın" diye. Demiş de o da yanılmış çağı okumakta.

O da bilememiş, hepsinin iletişim kazanında karıldığını. Bilememiş, İslam ya da Hristiyanlık müdavimleri dahi, materyalistlerinin oluşacağını. Bilememiş, ruhsuzluğun, materyalizmi asıl yüceltecek bir değer olduğunu.

Ruhsuzlaştıkça, sekülerizm çarkının nasıl ezdiğini. Ona yapışanların, materyalizmi kendi düşüncesi ile nasıl özdeşleştirdiğini. Ruhsuzluğun nasıl tüm düşünceleri tarumar ettiğini, bilememiş.

Adım adım, insanların bir yana, insanlığın bu ruhsuz akıma nasıl kanal kazdığını anlamaktan, anlaşılır olmak istemekten nasıl uzaklaştığını, insanlığın, bilememiş.

Müslüman, "inançlara uygun mu, yeter" diyerek, ruhsuz materyalizme nasıl destek ve payanda olduğunu anlamaz oldu.

Bereketi var edenin, anlayışı var edenin, dostluğu, kardeşliği var edenin, o ruh olduğunu, o ruh olmazsa, kuralların salt içi boş eylemler oluşturacağını, anlamaz oldu.

Anlamaz oldu, bu sistemin nasıl yok edeceğini, değerlerin ruhunu.

Ve bu onların başarısıdır.

Yok ettikleri "ruhların anlayışı" ile, anlayışlı ruhları, yok ettiler.

Yok ettiler ve her şey madde oldu yine, tıpkı varoluştaki gibi. Oysa ki, "önce bir toz bulutu yaratıldı." Safhasını çoktan geçmiş ve ruhlarımızı donatmıştık, inançlarımızın ruhu ile.

Ne inanmış olanda ne de inanca karşı duranda ruh bıraktılar materyalist anlayıştan öte. Artık, kurala uygun ise yeterli görülmüş, örf önemsiz olmuş, bakışlar önemsiz, anlayışlar önemsiz, üzüntüler, yıkıntılar önemsiz olmuş.

Androidler hakim olmadan yaşama, ruhsuz androidizme hazırlanmış ortam.

Dünya, ruhların öldürülmesi ile oluşturduğu, "öldürülmüş ruhlar" nezdinde, hareket veriyor androidlere.

Kuralları gösterecekler, kurallara uyacaklar, yorum yapsa da ruhsuz dünyanın, öldürülmüş ruhları ile ortaklaşa, işlem tamam diyecekler.

Tamam diyecekler "tanrıların arabaları"na binerek, sanal gerçeklikle gerçeğe meydan okuyarak, yeni dünyayı oluşturacaklar.

En azından niyet...

Oysa, kural ruhsuz ise, yeni bir başlangıcın, yeni bir varoluşun, yeni bir doğuşun muştusuna gebe olmuştur hep insanlık.

Kapkara karanlık ve doğuş...

Uyan Müslüman, gark edildiğin androidizm uykusundan uyan, ruhunu kuşan yeniden, sen kuşan ki, kavramlar kuşansın, kelimeler kuşansın, yaşam kuşansın, ölüm kuşansın.

Muhtaç sensin, ihtiyaç senin.

Yoksa, Sensiz yeniden diriliş için,

O'na ne eksik!

"Yol Onun, varlık O'nun gerisi hep angarya..."

Yeniden Sakarya.

 

 

 

Girişim ve Girişimcilik

Gün geçmiyor ki, dünyanın bir yakasından o ülke adı ile anılan bir model, Türkiye'mde tartışılmıyor, hatta ithal edilmesi için çalışmalar başlatılmıyor olsun.
Kore modeli...
Alman modeli...
Amerikan modeli...
Malezya modeli...
Çin modeli...
Her ülkenin bir arayış içerisinde olduğu,ekonomik gelişmeyi sağlayacak modeller,hızlı bir süreç ile yerini başka ülke modellerine bırakmak üzere; Patentleniyor,haykırılıyor,kabulleniliyor,kullanılıyor,tüketiliyor.

Sanal alışverişin ticarete dahil olması ile birlikte oluşan değişimlere, ayak uyduramayan yapıların yavaş yavaş ömürlerini tamamlamaya başladıklarını görebilmek için, uzman olmak gerekmiyor.

Geçen yüzyılın ticaret şekli, verimli ömrünü, tamamlamış fabrika makine ve ekipmanları gibi, gelişme konusunda süreçlere henüz ulaşamamış alanlarda/zihinlerde devam etmekte.

Sanal alemin gelişmesi, yaygınlığı, mıknatıs özelliğine sahip olması, eskiyi devam ettirmeye çalışan nesli, ya devre dışı bırakmakta, ya da makyajına veya değişimine, sebep olmakta.

Bu güne kadar, ticaret yapmanın başlangıç noktası, küçük ya da büyük, bir şirketin sahibi ya da ortağı olmak idi.
Bir markaya sahip olmak, o marka ile sahada var olabilmek, kazanabilmek, onu bir şirkete monte etmek ile mümkündü.
Klasik ticaret, hala daha da öyle.

Bir marka için, tüm riskleri ile bir şirketi satın alacaksınız.
Ya da şirketinizin üzerine kaydedeceksiniz.
Veya ortaklardan oluşacak bir yapı kuracaksanız.
Hele hele çok ortaklı bir yapı oluşturacaksanız, marka yerine önce şirkete yatırım yapmak durumunda kalacaksınız.

Haa bir de genel tabiri ile, yaşınızı başınızı almış olacaksınız.
Değil mi?

Ama günümüzün gerçeği farklı.
Hiçbir şirkete kayıt olmadan, sadece internet üzerinden işlem yaparak, üstelik vergi bile tahakkuk etmeden gelir elde edebilen, 'yaşını başını bile almamış' binlerce, milyonlarca girişimci var.

Dünya değişiyor.
Ticaretin yapısı ve şekli de...

Bankacılık işlemlerinin yavaş yavaş Telekom şirketlerince sağlanmaya başladığı, mobil ödeme ile sınırların anlamsızlaştığı yapılar kuruluyor.

Gelirden pay alabileceği, kontrol altında tutabileceği yapıların kurulması için, gelişmiş ülkeler, önümüzdeki yılın sonuna kadar bir kurallar bütünü oluşturmaya ve uymamız için yine bize sunmaya hazırlanıyor.

Artık, ticaretin yürüyüş izinden, burnunun çevrili olduğu alandan, teknik gelişmelerden hareket ile ülkem için de, yeni bir vizyon oluşturma vaktinin geldiğini düşünüyorum.

Bireylerin iş yapmaları, kazanmaları, özgürce girişimde bulunmaları için; Firma ortaklığı yerine, " Marka Ortaklığı Modeli" ni dünya henüz keşfetmeden ya da sahaya sürmeden biz gerçekleştirelim.

"Marka Ortaklığı" için, kanuni zemin, ilk defa Türkiye Cumhuriyeti tarafından oluşturulsun.

Biliyorum, kolay değil.
Herhangi bir ülkenin değil de Türk Modeli olarak anılabilecek bu yeni yapı için;
Bir zihin devrimi gerekir.

Bir büyük aile oluşturmak üzere, firma ortaklığına ek olarak, dünyada örneği olmayan;
Girişimcilerin, bir marka ile, direk ticaret yapabilmelerini sağlayacak, uygunlaştırılmış zemin gerektirir.

Marka'nın ticaret için kullanılmasına yönelik e-beyan yeterli sayılmalı. Girişimcilerin marka ile sisteme dahil olması, marka sahiplerinin, tıpkı devlet gibi, anlık olarak, marka gelirinden pay almalarına, ortam hazırlamak gerektirir.

Bütün bunları yasalarla,yönetmeliklerle çevrelemek gerektirir.

Yeni olana, bir zihinsel uyum gerektirir.
Devrimcilik gerektirir.
Kararlılık gerektirir.
Örnek olmaya inanç gerektirir.

Ve benim, ülkem buna hazır.

"Marka Ortaklığı" modelini detaylandırıp, hayata örnekleyerek, girişimcilerin önünü açmak...
Yeni ticaret şekline ayak uydurmanın yanında, yeni ticaret şekline yön vermek...
Modelin ihracı ile öncü ve kazanan olmak için,

ülkemde her şey hazır.

Ekonomiye "Markadaş"lık modelini sunalım.

Oluşacak olan Türk modelini, ekonomi ile, insanlığın hizmetine sunalım.

Bu kez, başka ülkelerin; Kazançlarını arttırmak, girişime ve girişimcisne destek vermek için kullanacakları modeli, biz teşkil edelim.

Geleceğin şeklini almadan önce, geleceği ülkem şekillendirsin.

Erk sahiplerine, ekonomi kurmayları ile hükümete mesajım;
"gelin "marka ortaklığı" zeminini oluşturalım."

Konuşulan,uygulanan; İnsana, çağa ve teknolojiye uygun yapısıyla; Başarı kazanan,kazandıran,

Türk Modeli...
Olsun.

 

 

 

Eğitim ve çocuklarımız için gelecek; Zeka mı , Beceri mi, IQ mu?

On Yıl Sonra Kendini Ne Yaparken Hayal Ediyorsun?

Bunu, koçluk yaptığım bireylere ya da öğrencilerime sorduğumda, cevabı hep aynı; "kameraman olacağım, PDR uzmanı olarak hayal ediyorum, doktor olarak hayal ediyorum, bir siteyi tamamlamış mühendis olarak hayal ediyorum, müdür olarak hayal ediyorum, önemli bir şirketin yöneticisi olarak hayal ediyorum..." gibi oluyor.

Çünkü, skora dayalı yaşamın oluşturduğu şartların dayatması bu. Ve bu dayatma geleceğimizi bugünden esaret altına almış durumda. Bu hayale ulaşmanın taşlarını döşerken yaşamayı pas geçiyoruz ve fakat bunun farkında değiliz. Ya da kanıksadık.

Daha da kötüsü, ailelerin çocuklara yanlış hayal öğretmeleri. Onların, çocuklarına 10 yıl sonra ne yapmaları gerektiği ile ilgili hayal kurup, bir de bunu, normalmiş gibi onlara dayatmaları.

İşte bu yaklaşım, çocukları gelecekte dünyalarında yalnız bırakacak, bilgileri tarafından boğulacak zeminler hazırlıyor.

Bilgiyi umudun yok edilmesi adına kullanan, varlığı hayallerin yerine zerk eden, teknolojiyi pedagojinin alanında başat hale getiren, IQ'yu dünyanın vazgeçilmezi kılan anlayış, duyguyu ve dertlenmeyi ortadan kaldırıyor.

Oysa ki, derdi olmayanda ilham olmaz. Derdi olmayanda çözüm olmaz. Derdi olmayanda mutluluğu bulmak da dağıtmak da olmaz. Derdi olmayanda umut olmaz.

Günümüz dünyasının oluşturduğu 4.0 mantalitesinde oluşturulmaya çalışılan, 0 ve 1'lerin dünyasında umut olmaz.

Oysa ki umut, hissetmektir. Umut, becerileri geliştirmenin ön koşuludur. Eğer umut varsa, ortalama her zeka düzeyindeki beyin, çözüm için bir yol bulur. 10.000 saat kuramı beceri geliştirmek için, beynin o yönde gelişmesi ve hatta geçici büyümesi ve bilgileri, barındırdığı ve insanın henüz çözmeye muvaffak olamadığı bu hard diske kaydetmesi için yeterli.

Ama hiçbir saat kuramı, umut için, bilgelik için yeterli değildir.

Çocukların IQ seviyelerinin yüksek olması ile, onların mutlu olma seviyelerinin de yüksek olacağını sanmak kadar yanlış bir zihniyet oluşmuş ülkem ailelerinde. Harıl harıl zeka testi yaptırılıyor. Ve çıkan sonuç, parlak veya üstün zeka ise aile mutluluktan uçuyor. Yüksek IQ düzeyi bu aile için bir övünç kaynağı oluyor.

Halbuki, zor dönem başlıyor onlar için. Tıpkı, öğrenme geriliği olan çocuğa sahip bir aile gibi, o ailenin de özel bir ihtimamla çocuğunu yetiştirme zorunluluğu dönemi başlıyor.

Üstün zekalılık yerine, zekasını üstün kullanabilmeyi öğretmek artık önemli bir dönüşüm olmalı. Çünkü, en üstün zekalı bireyin yaptığını, üstün IQ sahibi bilgisayarlar saniyesinde yapabiliyor.

Yarın, yapay zeka hayatımıza tam olarak girdiğinde, bunun önemini daha iyi kavrayacağız. Ama, iş işten geçmiş olacak.

Biz, çocuklarımızın IQ seviyeleri ile uğraşırken, eloğlu eğitimde ortamla, yöntemle, umutla, hayalle, bağlantı kurdurmakla, uğraşıyor olacak.

Bilmeliyiz ki, dert ve derde dayalı hedef vererek, normal seviyedeki bir çocuğun dahi, bilgisayarın IQ'sundan yararlanıp, problem çözmeyi başarmasını, sağlayacak.

Başlıktaki soruyu sorduğumuz bireylerin verdiği cevapların, on yıl-yirmi yıl sonra, bir geçerliliği dahi kalmayacak. Çünkü o meslekler belki de tarihe karışacak ya da eski bir yöntem diye anılır olacak. Onların yerini yapay zekanın oluşturduğu, teknolojinin geliştirdiği, adını dahi şu an bilip tasavvur dahi etmediğimiz meslekler alacak.

Ve biz hala o köhnemiş eğitim yöntem ve sistemine, dişliler arasında ezilmeye mahkûm insanlar yetiştirmeye devam ediyoruz.

Uyanık olmalıyız. Ortam, zaman, alan ve bilgi düzenlemeleri ile biz, her düzeydeki IQ sahibi ile, yeteneği keşfedilmiş becerisi yükseltilmiş olan insanlar yetiştirmeliyiz.

Bu çocuklar yetişirken aralarında, farklı ve yüksek IQ sahibi olanlar tabi ki olacaktır. Onları tespit etmeli ve vakit geçirmeden yönlendirmeliyiz.

Yüksek IQ sahibi bireyler bu yeni süreç içerisinde, keşifte bile sadece bir adım daha hızlı hareket edecek daha erken bilgi elde etmiş olacaklardır.

Ve fakat standart seçeneklerden kurtulmazlar ise, erken elde ettiklerini erken tüketmiş olacaklar. Ve eğer bu ortam onlara sağlanmaz ise o çocuklarımız için akıl denilen nesne, artık üretmez olabilecektir. Bu çocuklarımız da, farklılıkları ile uyumsuz, geçimsiz, dışlanmış hale gelerek, toplumdan da kendilerini soyutlayacaklardır.

Ve biz kaybedeceğiz.

IQ'sü yüksek diye çocuklarınızın lüks ortamlarda, farklı sınıflarda kendisi gibi çocuklarla bir arada eğitim görmeleri, sadece onların iç tatmini ile ilgilidir.

Öğretmenin bilgi düzeyi aynı, ortam düzenlemesi aynı, ilgi alanları aynı, bireyselleştirme düzeyleri aynı, beceri geliştirme yöntemleri aynı, birlikte hareket yöntemleri aynı, veli yaklaşımları aynı, teknoloji kullanım mantalitesi aynı ise, velinin bu tür okullara verdiği fark, sadece otel konforu farkı olmaya devam edecektir.

Nesil değişti. Süreç değişti. Ortam değişti. Gelecek algısı değişti. Biz nesil olarak geride kaldık.

Çocuklarınızı skora odaklanmaktan, nesnelere esaretten kurtaracak işlemi yapın; Onlara, neyi hayal etmeleri gerektiğini, ilhamı, bilgeliği, motivasyonu öğretin... Gelecek hayallerinde; hangi meslekte olduklarını değil, hangi ağacın altında dinlenirken kuşların uçuşunu seyredip yaşamı hissettiğini... Hangi ülkenin, hangi şehrin, tarihi turistik yerlerini ziyaret ettiklerinde, yaşanmışlıklar içinde, güzellikleri ve acıları ayırt edebildiğini... Neredeki nehirde yıkanırken, kendisinin yüzündeki tebessümü görebildiğini... Hangi insanın derdine derman olduğunda, aldığı hazzın tadını hissetmesini sağlayacak şekilde, On yıl sonrayı, hayal etmelerini öğretin.

Bunu yaparsak, çocuklarımızın bilgelikteki duruşu, motivasyon ve bilgileri analiz etme yöntemi ile doğadaki az olandan, çok olanı, yeni olanı üretmeleri mümkün olacak.

Bu süreci pas geçmeyelim. Dertlenebilen BüyükAile olarak, Çocuklarımız kazansın. Ülkemiz kazansın. Dünya kazansın.

Çünkü, gelecek yakındır. Emin olunuz ki, gelecek.

 

 

 

Yerel Seçim Beka Sorunu" mu?

İletişim stratejisi ile yıllardır uğraşmama, eğitim ve insan psikolojisi araştırmalarında yoğunlaşmış çalışmalarım olmasına rağmen, bizim şu liderleri bazen, hakikaten anlamakta zorluk çekiyorum.

Hani siyasettir diyorum, değil. Gerçektir diyorum, altı yok. Nedir diye kendime soruyorum, cevap yok. Sokaktakilerle paylaşıca, birden durum ikiye bölünüyor; sözü söyleyen liderden yana olanlar ve olmayanlar diye. Bu da gerçekçi değil.

Neden bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım. Yerel seçimler ve beka sorunundan.

Sayın Devlet Bahçeli'nin, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin başarısı ve tam manasıyla tesisi maksadıyla, büyükşehir belediyelerin buna uygun yönetimi de beka meselesidir, geleceğimiz için vazgeçilmez değerdedir." Demiş. Eğer bunu cumhur ittifakı için söylemiş olsaydı anlardım ancak devletin beka sorunu olarak sunulmuş olmasını mesela. anlamlandıramıyorum.

Bu benim bilgi eksikliğimden kaynaklı ise tamam. Ama sokaktaki insanlar, elitler, gazeteciler, yazarlar, siyasiler de hamasi cevapların haricinde bir açıklama, yapamıyor.

Bu yaklaşımı AK Parti yetkililerinin, bu konudaki tavrını, sükutunun ikrardan gelişi misali, benimsediğini de görüyor ama, yine de anlamlandıramıyorum.

Evet.

"CHP zihniyetinin" yüzyıldır gelen deneyimlerle yaşanmış ötekileştirme ve baskıcı anlayışından dolayı, herhangi bir birimin dahi başında olmaması gerektiğine inanmış ve bu konuda, her türlü legal yolu kullanmak sureti ile mücadele etmiş birisi olarak, CHP'nin kazanmasını istemem.

Ama günü yorumlayan, herkes için özgürlükçü (inşallah bir gün olur) bir CHP'nin yerel yönetimlerde çeşni olması, beceriksiz olsalar da, ülkemin bekası ile ilgili olamaz diye düşünüyorum.

Ya da Saadet Partili bir belediye başkanının, (son seçimde CHP için oy talebi, PKK yandaşına özgürlük isteyen söylemleri ile gündemimdeki yeri değiştiğinden dolayı, son dönem politikalarını onaylamam ama) yerel yönetici olarak çeşni olması, milletin bekasına bir pranga vurmayacağı kanaatindeyim. İyi Parti'nin de bu kapsamda değerlendirilmesi, çok sakıncalı bir durum oluşturmayacaktır inancını taşımaktayım.

Büyük Birlik Partisi, zaten cumhur ittifakı içinde korumalı yerini muhafaza ediyor. Onun da vatanın bekası ile ilgili tehdit olduğu konusunda, hiç kimsenin kalem oynatması mümkün değil.

Eeee!

Geriye kaldı. HDP.

Evet HDP, çukur siyaseti ile, terör yandaşlığı ile erk ve devletten gelir sahibi bir belediyede yuvalanıp, Kürt, Türkmen, Çerkez, Laz.... Her deseni ile birlikte, barış içerisinde, kardeşçe yaşadığımız ortama neler yapabildiklerini, desteklediklerinin, vatanın bekasına karşı, neler yapmaya kalkıştıklarını hep beraber gördük.

Gördük de, (doğru ya da yanlış tartışmalarına maruz kalsa da) ; " terörle ilintili olanların seçilenleri olursa alaşağı edilecekleri" mesajı, HDP'ye en yüksek noktadan verildi.

Pekii!

Vatan düşmanı, millet düşmanı birisinin bağımsız bile aday olsa, devletin yazılı kurallarına ya da normlara (!) tabi olacağına göre, geriye kim kaldı?

Kim kaldı ki, devletin bu gücüne rağmen, hala daha, bir belediye kazanarak millet olarak bekamıza, etki edebilsin?

İşte bu soru, beni bu yaklaşıma karşı, pimpirikli olmaya itiyor...

17-25 aralıkta devletimizden yana olduk. İnandık ki, bu vatan için bir beka sorunudur.

15 temmuz'da cephenin en önünde abdestimizi alarak, evimizle helalleşerek, evlatlarımızla yer aldık. İnandık ki, bu vatan için bir beka sorunudur.

İnandık ve ölümden öte ölüm yok diyerek, gereğini yaptık.

Ya şimdi?

Vatanın bekası, yerel yönetim seçimlerinin neresinde?

Çöp toplamanın, çamurdan insanları kurtarmanın, sosyal devletin gereğini, kanunlar çerçevesinde yapmanın, pazar alanı ayarlamanın, çukur siyaseti izlemedikçe, neresinde vatanın bekası olabilir?

Farklı küçük partilerden ve hatta, bağımsız olarak seçime girebilecek olan ve milletin tercihi ile yerel yönetimlere, kanunlar dairesinde seçilip, kanunlar dairesinde hizmet verecek olan kişilerin dışlanması adına konunun, vatan bekası ile açıklanmasının manası nedir?

Şeytan bu ya insanı dürtüyor işte!

Olmaya ki, mevcut yerel yönetimlerde, başarısız ve haksız icraatların neticesi, milletimizi farklı arayışlara iter de, yerel yönetim seçiminde bir başarısızlık ortaya çıkabilir diye, düşünülüyor olunmasın!

Ve bu da, bir ön almaya sebep olmasın, ha?

Neden mi bu düşüncem!

Kanunları çıkaracak güce hükumetimizi, biz kavuşturmuşken... Terörün her türüne, millet olarak, biz karşı duruşumuzu netleştirmişken...

Yerel yönetim seçimlerinin neresinde, bilemediğimiz hangi aşamasında beka sorunu bulundu?

Yerel yönetim seçiminin hangi aşaması, hangi şekli, hangi tarzı, hangi sonucu, devletimin gücünün fevkinde hareket edebilir ve devletimiz de önlem alamaz diye, ya da ulusal anlamdaki hangi yapıyı ortadan kaldırabilir, uygulanmasına engel olabilir diye, Cumhurbaşkanlığı sistemine tehdit olarak algılanabildi?

Ben anlamlandıramadım.

Devletten yana duruşu ile kendisini taktir eden bir vatandaş olarak, Sn. Devlet Bahçeli'den, lütfederse, gerçekten anlamak için izahını beklemek, benim gibi düşünen vatandaşların hakkı olduğuna inanıyorum.

Tabi ki taktir kendilerinindir.

Ancak, bunun bir açıklaması yoksa ve eğer bu vatanın değil de bir partinin bekasını ilgilendiriyor ise, durum farklıdır.

O zaman vatandaş, kendisine en iyi hizmet edeceğine inandığı...

sıradanlığı aşıp, şeffaflığı süreçlere yayacak...

vatandaşın cebine gelir ekleyecek...

halkı yönetime katacak...

beldesini bir "BüyükAile" haline getirebilecek, güvendiği, parti veya kişileri tercih etmesi, vatan bekası ile olumsuz anlamda, ilgili olamaz.

Muhteşem bir mücadele.

Benim şahit olduğum elli yıl. Daha öncesi, dinlediklerim, okuduklarım.

Elli yıl. Dile kolay. Bir olay diye kabullenilse, 50. Yılı kutlanırdı bu kutlu davanın. Elli yıldır bir mücadele içerisindeyiz. Yaşamak ve yaşatmak için. Adalet ve eşit şartlarda eşit paylaşım için. İnandığımız değerlerin nesillere de sağlıklı bir şekilde aktarılması için.

Peki başardık mı? Başardık.

Önce yerel yönetimlerde iktidar olduk mu? olduk.

Sonra hükumeti koalisyonla ve ardından tek başına yönetir olduk mu? Olduk.

Ee, bela mı arıyoruz?

Öyle ya bela mı arıyoruz?

Rahatı kaçacak olanların tabiri bu "bela mı arıyoruz?"

Oysa ki, bela zaten burnumuzun ucunda.

Düşünsenize, turizmin kültürün önünde olduğu bir CHP iktidarında ya da CHP zihniyetinin var olduğu bürokrasinin hüküm sürdüğü bir sağ iktidarda, Ayasofya camiinde bale gösterisi yapılmış olsaydı, ayağımıza basılmış gibi nasıl feveran eder, zincirler kırılsın Ayasofya açılsın diye haykırmamızı korkusuzca dünyaya ulaştırırdık!

Ya da din adına, İslam'ın insan haklarına verdiği değer yerine, feminizmi savunan başörtülü "elitler" televizyonda arz-ı endam etselerdi, telefonlara nasıl sarılır, bunlar ne biz Müslümanları ne de İslam'ı temsil etmiyorlar diye ararken, telefona ödenecek paranın cihat olduğu konusunda dahi hemfikir olurduk!

Din taciri birisi (FETÖ vb.) minik bir belediyemizin başkan adaylığına dahi musallat olsa, birisi bir kardeşimizin başörtüsüne musallat olsa, zincirler oluşturup en zayıfı dahi olsa bu zincirin birer halkası olmaya nasıl çalışır, nasıl bir tepki ile otobüsler tutarak gece Ankara'nın yollarını tutardık.

Doğu Türkistan'da Müslümanlar katlediliyor. Tamam, belki gücümüz yok ama diyerek, STK'larımız ile Çin konsolosluğunun kapısına dayanır, 'katil Çin, Müslümanlara dokunma" demekten bizi kimse alıkoyamaz biz de elimizin yetmediğine dilimiz ile müdahale ederdik!

Dahası, yüreğinin sesini dinleyip, dili ile kalemi ile mücadele edenlere, kime yaranmaya çalışıyor bu demek yerine, biz yapamıyoruz "Allah, ondan razı olsun" derdik.

Şimdi nihayet bürokraside de, CHP zihniyetinin iktidarı yok. Bu düşünceler ile yetiştiğimiz kardeşlerimiz, kurumların başında.

Neler oluyor bize? Bize neler oluyor?

Neler oluyor da, bir atama yaptırırken, bu kadar aymaz olabiliyoruz? Neler oluyor da, bu aymazlığı hatırlatanlara, "hangi makamın peşindesin?" diye sorabilecek kadar değerlerimizden uzak kalabiliyoruz? Neler oluyor da, dünya menfaatlerimiz için, manevi dünyamızı bu kadar yok edebiliyoruz?

Neler oluyor bize? Bize neler oluyor?

Neler oluyor da, üç beş kuruşluk gelecek kaygısı için, tüm değerlerimizi ayaklar altına alabiliyor, tepkilerimizi dahi "ne derlere" endeksliyoruz? Neler oluyor da, gıybeti önceleyenlere inat yerini iftiralara bırakacak kadar, bile bile camdan kulelerin ardına sığınabiliyoruz?

Neler oluyor da, bedevinin "seni kılıcımızla düzeltiriz" kıssaları ile yaşlandığımız halde, bir yanlışın doğrusuna telkinden bile rahatsız oluyor, rahatsız olunacağı konusunda fikir serdetmekten kaçınmaz oluyoruz?

Neler oluyor bize de, hayatın bir bölümünde bir yerlerde olabilmek adına, duymamış görmemişliklerle, tevillerle korkaklığı tercih edip, marshmellow testini geçemeyen çocuklar gibi, geçici hazlar peşinde olup, hayatın tamamını bize bahşeden Rabbimize karşı ise korkusuz olabiliyoruz?

Yani dostlar, bela aramıyoruz, makam aramıyoruz.

Hak olanı alkışlıyor, yanlışta karşı duruyoruz. Kırk yıldır öğrendiklerimizi yaşamaya yaşatmaya çalışacak zeminin kaymamasına elimizle, dilimizle, olmadı kalbimizle müdahale etmek prensibine dayanıyoruz.

"Kınayıcının kınamasından korkmadan"

Unutmayınız, hak olanı söyleyen halk, yanlışa düşmekte olan ve hatta düşen meliki dahi istişaresine ortak etmiş, doğruya sevk etmiş olur.

Allah, var dostlar.

Allah, hep var.

 

 

 

"Kamusal alanda başörtüsü takılması konusundaki işlem, hukuka aykırı bulunmuştur"

Eyvah eyvah!

Eyvah ki, ne eyvah!

Neye mi eyvah?

Perşembenin gelişine eyvah.

Milletin onayalayacaklarının yanında, onaylamayacaklarının da anayasa gerekçeli olarak, yüksek mahkemelerden onanacağı güne eyvah!

Kazanım olarak gördüklerimizin, bir karar ile geri dönebileceğinin örneğine eyvah!

Yüzde ellinin üzerinde oy oranı ile referandum şansını elinde bulundurduğu halde, anayasada gerekli değişikliği yapmamanın sonucunda, evlatlarımızın düşeceği duruma eyvah!

Haber şu; "yüksek mahkeme andımızı geri getirdi"

Peki, okullarda çocuklarımızın okuduğu andın geri dönüşüne mi eyvah? Cahilce yaklaşım, bu soruya evet diye atlasa da gerçekte konu, elbette ki bu değil. Karara kimi üzülür kimi sevinir, kimi hiç umursamaz ancak,

konu gerekçeli karar!

Eyvah! Eyvah gelecekte evlatlarımızın yeniden kendilerine, okuyabilecekleri bir devlet aramak zorunda kalacaklarına.

Eyvah, anayasa ile kazanımlarımızın garanti altına alınmamasına...

Dünya lideri oluyoruz... ileri demokrasiye geçiyoruz... özgürlükleri arttırıyoruz...

Tamam da, her şeyin iktidar ile kaim olduğunu, insanın fani olduğunu; metal yorgunluğu, asıldan uzaklaşabilmenin de bir vaka olduğunu, ya önemsemiyor ya da unutuvermişiz.

Evet, konu, gerekçeli karardaki;

"Bu metnin; dayanağını teşkil eden Yasal ve Anayasal kurallarda, bir değişiklik olmadığı gibi... şeklinde başlayan açıklamanın, ... bu kuralları şekillendiren ve metinde de yer alan toplumsal değer yargılarımızın ve ilkelerimizin değişmesi ya da değiştirilebileceğinin kabulü de mümkün değildir. şeklinde devam etmesi ile ilgili.

Yani diyor ki, "yasa veya anayasada bir değişiklik yapılmadığına göre ve değer yargılarımız da değişmediğinden ve hatta değiştirilmeye kalkılsa dahi kabul edilmeyeceğine göre..." cümlelerinde saklı.

İşte onun için eyvah. Anlamayan varsa açıklayayım.

Burada ana unsur andımız değil, sanırım anlamışsınızdır. Ana unsur, anayasa ile teminat altına alınmayan bir kazanımın, bir karar ile nasıl geriye döndürülebileceği örneğidir.

Örneğin, CHP zihniyetini taşıyan olası bir iktidarda, şöyle bir karar uzak mı görülmekte?

"Danıştay, ....kamusal alanda başörtüsü takılması konusundaki işlem hukuka aykırı bulunmuştur." Hükmü vererek,

bu hükme, gerekçeli karar olarak da;

"Bu metnin; dayanağını teşkil eden Yasal ve Anayasal kurallarda, bir değişiklik olmadığı gibi, bu kuralları şekillendiren ve metinde de yer alan toplumsal değer yargılarımızın ve ilkelerimizin değişmesi ya da değiştirilebileceğinin kabulü de mümkün değildir....."

Kararının bir gecede milyonlarca insanı mağdur etmeyeceğini, kim ya da ne, garanti edebilir?

Bugüne kadar hep söyledik, yine söyleyeyim.

ANAYASA garanti edebilir. Anayasa ile garanti altına alınmıyor ise, bu kararın, gerekçesi ile birlikte, bire bir aynı metinde neşet edeceğini, bugünden görebiliyor olana kâhin denmesi mümkün değildir.

Bu cümleden olarak, torunlarımız adına, bugüne kadarki tüm özgürlük mücadelemiz ve kayıplarımız adına, bir tek karar ile kazanımlarımızın geri dönebilecek olmasına,

Eyvah eyvah!

Yol yakınken, gelecek nesil, "eyvah eyvah" demeden, "artık bir şey olmaz, o dönem geçti artık" diyerek kafaları kuma gömmeden, her şeye ve herkese rağmen,

Sayın cumhur ittifakına taraf olanlar;

evlatlarımızın, çalışma, yaşama ve okuma özgürlüğünü kalıcı kılın. Evlatlarımızın özgürlüğüne pranga vuracak sebebi oluşturanlar, allame-i cihan olsa, hakkımız helal değildir.

 

 

 

AKP, AK PARTİ'yi yedi şimdi MHP AKP'yi yiyecek

Önce, minik ama bereketli tozlardan oluşan topraklar savruldu.

Sonra sellere set kalan çakıl taşları düştü.

Ve şimdi, kayalar sökülüyor.

Hangi anlayış ya da anlaşmadır bilemem; Devlet Bahçeli'nin AK Parti'nin her söylediğini destekliyor olması, ya da Recep Tayyip Erdoğan'ın koşulsuz MHP birlikteliği.

Devlet Bahçeli'nin daha önce karşı olduğu başkanlık sisteminin kalıcı olması için, bu denli canhıraş desteğini anlamlandırmaya çalışıyorum.

Vatanın bekası adına, her konuda destekliyorum diyor. Bakanlık istemiyor. Atama istemiyor. Sadece destekliyorum diyor. Ve gerçekten de destekliyor. Ve yıllarca solun yapamadığını yapıyor. Saldırmıyor, sesini iktidara karşı yükseltmiyor.

AK Parti'nin yanında duruyor.

Gazeteciler, Devlet Bahçeli'ye, geçmişte AK Parti için söyledikleri, hatta lideri adına sarfettiği sözler hatırlatılıyor ve o; "ben aynı fikirdeyim" diyor. Ama bugün için, devletin bekası önemli diye ekliyor.

AK Parti'nin yanında duruyor.

Sessizce destek verirken, birden "rahip milletin vicdanını kanattı" diyor. "Danışmanlık yanlıştı" diyor. Ve milletin hislerine birer cümle ile bilge lider tarzı, tercüman oluyor ve iktidarın yaptıklarının yanında olmak üzere, yine sessizliğe gömülüyor.

Bu yaklaşım ile milletin vicdanına seslenen her yel, elek üzerinde nadir kalmış bir sağlam taşı daha sallıyor. Sallanan AK Parti mi, AKP'mi diye düşünesim tuttu geçmişi hatırlayarak.

Gariptir ki, bu arada dünyada, aşırı sağ diye adlandırılan milliyetçilik akımını içeren siyasi yapılar, yükseliyor!

Bu süreci analiz ederken birden geriye gidivermişim. Refah Partisi yerel yönetimlerde iktidara gelince, makam odalarındaki, "rüşvet alan da veren de melundur" yazıları geldi hatırıma. Dava adına, hep birlikte sabahlara kadar çalıştığımız geceler geldi gözlerimin önüne.

Halk için kurmuş olduğum Beyaz Masa'ya gelen şikayetlerin giderilip giderilmediğini, geceyarısı saat 3'lerde nasıl kontrole gidip, ertesi gün; "Ben Bugün Allah İçin Bunu Yaptım" diyebileceğimiz işlerin peşinden, nasıl koşturduğumuz anları hatırladım.

Ardından yeni bir seçkinci yapının, nasıl oluşmaya başladığına şahit oluşumu hatırladım.

Herşey iyi giderken birden, seçkinci yapının dayatması ile bir elek, güçlü bir şekilde yönetenleri sallamaya başladı. Ve yavaş yavaş ayıklandık. İlk ayıklananlar, değişime direnip de değişmeyen, o "rüşvet alan da veren de melundur" yazılarını koltuklarının ardındaki duvara asanlar oldu.

Onlar gidince, koltukların ardındaki duvarlardaki yazılar, yerini sanat olarak tablolaştırılmış besmelelere bıraktı.

Elek, bir daha sallandı ve iftira gıybetin yerini almaya başladı. Koltuklar, janti giyinmeyi öğrenenlere, duvarlar ise vav harfinin sanatsal yazılmış tablolarına, kaldı.

Bir sonraki sallanmada, elek bir daha inceltti kalanları. Koltuklarda eneler, duvarlarda islam sanatı ile ilgili fotoğraflar, tablolar yer buldu.

Son sallantı ile elek, kalan değer tortularının savunucularını geçirdi süzgecinden. Ve artık elek üstü oluşan ekipte; koltuklar tedirginlere kale, duvarlar neo klasik muhafazakar sanata, tuval askısı oldu.

Ve her elekten geçişte biraz daha yalnızlaştı Recep Tayyip Erdoğan. AK Parti, biraz daha AKP'lileşti. Bu yönelişte dahi halk, her şeye rağmen, umudunu da, inancını da kaybetmek istemedi. Yiğit Bulut gibileri bile, bile bile, bağrına taş basarak, içi acıyarak, "vardır bir bildikleri" diye, içselleştirdi.

Bu sırada CHP saldırdı, PKK saldırdı, FETÖ saldırdı, dış güçler saldırdı...

Liderin hep saldıranı oldu. Halk da bu saldırılara karşı, liderini canı pahasına korudu. Saldırı bitince de herkes evine döndü. Evine dönmeyenler ise elekte kalanlar oldu. Ve onlar Recep Tayyip Erdoğan'ı daha da yalnızlaştırırken, AK Partinin AKP'leşmesine payanda olacak her hamleyi, yerine getirdi.

Kan bağı, duvak bağı, illiyet bağı ile elek üstünde kalanlar, hırçınlaşıp, halka karşı kibir dolu yaklaşımla; "ben kimim biliyor musun" özeti ile tanrılaşmaya başladı.

Bu yaklaşım, değerler konusunda değişmeye taraf olmayan ama, 17-25 aralıkta desteklemekten çekinmeyen, 15 temmuzda değerleri adına ölümü göze almaktan korkmayanların, yani tükaka ilan edilmişlerin, daha da uzaklaşmasına ve hatta uzaklaştırılmasına, AKP'nin kazanmasına sebep oldu.

Ya şimdi!

Recep Tayyip Erdoğan'ın altı daha da boşalmaya akıyor. Ve tarih boşluk bırakmaz. MHP, CHP'nin hakaret ve bağırtılarla başaramadığını, destekle sessiz sedasız başararak, devletin bekası diye tam destek verirken, rahip yarasına, danışman belasına karşı, vatandaşın vicdanına seslenerek, onun yanında yer alıp sevgisini, oyları ile birlikte arttırma siyasetini güdüyor ve başarıyor.

Beka sorunu diye AKP'ye döndürülen AK Partinin başında, tek başına mücadele veren Sn. cumhurbaşkanının, beka sorununa karşı sıra, İstanbul karşılığında MHP'nin AKP'yi yemesine geldi. Bu da olursa o zaman sanırım bu mantalitede bir beka sorunu kalmamış olacak!

Heyhat uyan ey ruh uyan!

Bu giden hayal değil, kazanılan devran!

Ben "dilimle" ve ancak aklım yettiğince uyarabiliyorum.

Tespit bizim, Taktir sizin, karar milletin, hüküm Allah'ındır.

15 temmuz. Arkadaşımla Balıkesir'den İstanbul'a mutat bir seyahat.

Akşam saatlerinde yoğun bir trafikle istanbul'a zar zor vardık. Giriş trafiğinde de ciddi bir mücadeleden sonra, evlerimize ulaştık.

Bir iki kaşık atıştırdıktan sonra, henüz televizyon karşısında oturmuştum ki, telefon çaldı. Arayan kardeşimdi ve bana, "abi bir şeyler oluyor, arkadaşlar ortalıklarda tanklar gezmeye başlamış" dedi. Televizyonu açtım, tık yok. Tekrar telefon ve diğer kardeşim, "abi sanırım bu bir ihtilal, bu kez yedirmemek lazım çıkıyor muyuz? Dedi.

Bir an geçmişte yaşananlar gözümün önüne geldi. Hem yaşadıklarım hem de yaşananlardan duyduklarım.

Asker, postal, silah, işkence, idam...

Ve ilk haber televizyona düştü. "Tanklar, köprüye doğru gidiyor."

Bize de köprüye doğru gitmek gerekti. Abdestimizle hazırlandık. Oğlumla birlikte, evdekilere tembih ve helalleşmeden sonra, kardeşlerim ve kuzenimle buluşarak yola çıktık.

Telekom'un yanında bulunan tankı ele geçirip geçirmeme kararı ile biraz tereddüt geçirip, Sn. Cumhurbaşkanı'nın oturduğu evin meydanına gitme kararı aldık. - o tankın olduğu alanda, bir iki saat sonra, çatıdaki keskin nişancı katiller, sivili ve muhtarı ile insanlarımızı şehit edeceklerdi-

Safa Merve arasını hatırlatan bir eda ile yürürken, eli ayağına dolaşmış polislere, "dert etmeyin sizi yedirmeyiz, dik durun, Allah bizimledir" diye diye Çamlıca yokuşunu tırmanıp Kısıklı'ya indiğimizde, sanki sözleşmişiz gibi akın akın gelen insan seli başlamıştı. "Burası mahrem. Burayı korumalıyız" diye haykırmalar, sloganlar, FETÖ'ye lanetler bir süre sonra yerini, yanı başımızdaki camiden gelen salalara bırakmaya başladı.

Cep telefonundan takip ettiğimiz kalkışma ile ilgili, arkadaşlardan gelen mesaj, köprünün sağ tarafının işgal edildiği şeklinde idi. Ve hiç düşünmediğimi şimdilerde anladığım bir dürtü ile yürümeye başladık.

Yolda bir tankı kovalayarak yönünü köprü yolundan Altunizade'ye çevirince, kaçarken bir arabanın üzerinden geçerek paramparça etti. Yakalasaydık, demir yığınına karşı ne yapabilirdik bilmiyorum. O an yapılabilir olanlardan da henüz haberimiz yoktu. Muhtemel ki hiçbir şey yapamayacaktık ama yine de koştuk.

Tekbirlerle koştuk.

O da kaçtı.

Köprünün ön saflarında sabahlarken, idam mangası ateşi ile mermi, top, uçak, helikopter...

Yani savaşta olabilir her şeyi gördük.

Her yaylım ateşinde birilerinin düşmesi ile hareketlenip onu önce araçlara sonra motorlara taşıdık. Her ateşte yere yatarken oğlum ve kardeşimin yanında olmasını istedim. Nedense? Ateş dinince, hep aynı ses "baba iyi misin?", "abi iyi misin" üst üste sarılıp, muhtemel bir mermiyi beklerken, herkesin iyi olduğu haberinden sonra bozulur olurdu.

Hala gece yatarken, ya da bir mermi sesi duyunca kurtulamam "baba iyi misin?", "abi iyi misin" diyen o günden beri çınlayan kulaklarımdaki seslerden. Ya da evladımın, "baba uyuyamıyorum" diye günler sonra bile ter içinde yanıma koştuğunda hissettiğim duygudan.

Eve gidene kadar fark edemediğim darbe, sıkıntılarıma, daha fazla dayanamadığımdan ambulans ile hastaneye gidişimi de, hastanedeki süreyi de hatırlamıyorum. Ama hatırladığım bir şey var ki o beni kahretmişti. Kolumdaki ağrılar azalınca belediyedeki görevime döndüğümde, üst düzeydeki arkadaş dediklerimin benimle konuşmuyor hatta selam vermiyor olması bir yana, bir yöneticinin "kuleliyi kapatmaya kalkmaları yanlış, adamlar kızdırılmamalı" dediğinde onun üstünün, "evet, yanlış yapmamalı" sözüne, gayri ihtiyari dikilerek, "yanlış ne, kim ne yapacak, öldürmek istediler, daha ötesi var mı?" demiş olmam belediye üst düzeyi ile ilişkilerimi koparmıştı. O üst düzey vali yardımcısı, diğerleri de yönetici olarak devam ettiler.

Buna da eyvallah.

Yapacak bir şey yok. Sadece ben yaşamadım bu tür olayları. Bir çok insan, dile getiremediği birçok hadiseyi aktarabilir. Ya da, detaylara inebilir.

Dert çok. Dertli çok.

İnandık ya! Güvendik ya! Hallolur artık dedik.

Hallolma zamanı geldi.

Mi?

Evet gelmiş olmalı.

Bu kadar keçi boynuzunu neden çiğnedim. Bugüne kadar bu konuda taleplere rağmen bir satır röportaj vermeyen bu fakir neden yaşanmışlıkların bir kuplesini burada aktarma ihtiyacı duydu?

Yapmayın sayın cumhurbaşkanım.

FETÖ bağlantılı, ilintili ya da ailesi üst düzey olan birileri ile bizi imtihan etmeyin. Evlatlarımızı imtihan etmeyin. 15 temmuz mücadelesin hatırına, etmeyin.

Böyle bir hakkınız yok Sn. Cumhurbaşkanım. Vallahi, Allah için yok.

Ve henüz vakit var.

"Yedi düvele karşı" biz sizin duruşunuzdan, Allah için vazgeçmeyiz.

Bilmediğinizi sorun. Ama lütfen, lütfen, yüreklerimizi dağlamayın.

 

 

 

"Türkiye'den bir rahip Brunson geçti"

"Türkiye'den bir rahip Brunson geçti" diyeceğimiz zamana, sayılı günler kaldı!

Bu hikayenin, mışlı geçmiş zamanla anlatılması için süre başladı. ABD'nin bu hikayeye ihtiyacı var ve bu hikayeyi üretmek için elinden geleni yapacak. Çünkü ABD'de seçim var. Ve bu, başkan için iyi bir seçim malzemesi.

Önümüzdeki günlerde, rahip hikayesi, bir kahramanlık türküsü olarak, ABD iç seçimlerinde malzeme olarak kullanılacak gibi kurgulanıyor. Bunu bizim için de 'mış' olacağını hep birlikte yaşayacağız.

Bu bir vaka.

İkinci bir vaka daha var ki, bu onun mütemmim cüzü. O da, Rahip Brunson'un bir takas enstrümanı olarak kullanılacağı.

Evet, devletler, kendi menfaatleri adına zaman zaman kişi ya da farklı çıkarları karşılığında, bu tür takaslarda masaya oturabilir. Bu normaldir de.

Peki bu takasta, onların masadaki argümanı Rahip görünümlü casus, bu belli. Peki, biz neye karşılık bu takasa evet diyeceğiz?

Tabi ki ekonomi.

İşte bu takas, dolardan dolayı yaşanan sıkıntıların başat olduğu, insanımızın ekranlardaki verilere kilitlendiği, enflasyonun başını alıp yükselme seyrine trend oluşturduğu Türkiye'nin, su üzerine çıkıp bir nefes alabileceği bir imkanı sağlayacak.

Ve bankaların, yüzde 40'ın altında işletme kredisi konuşmadığı bu günlerde, bu nefes önemli.

Taraftar mıyım bu takasa?

Kendi adıma tabi ki hayır.

Benimki biraz milli refleksim ve duygusallığım ile alakalı. Şartlar değişmediği halde, dün savunduğumu bugün reddetmekle, dün reddettiğimi bugün kabul ile ilgili zorluğumla alakalı. Ama o benim duygu dünyamı kapsıyor.

Devletlerin ise duygu dünyası yoktur. Çıkar dünyaları vardır. Evet bir takas söz konusu olacaktır ve madem ki bu olacak, bu takasta Türkiye, bir nefes alabilme imkanına sahip olma şansını yakalamalıdır.

ABD ve emrindekilerinin muslukları biraz aralaması ile borçların ötelenmesi, faizin bir nebze de olsa düşmesi, doların fırlamaması sağlanabilecektir.

Bakınız, bu rahatlama anlık olarak, belki yıl boyunca sürecek şekilde, sağlanabilmesi mümkündür anlamında söylüyorum.

Muslukların açık olmasının vereceği anlık yararın sürdürülebilir olması ise, tamamen bizim elimizde olacaktır.

Bu geçici rahatlamanın planlamasının akıllıca yapılması esas olmalıdır. Paranın beton bloklara yatırılmasının önüne geçilmesi, "milli verimlilik seferberliği" için, israfın önüne geçilmesinin meclisten başlamak, bürokrasiden devamla, yerel yönetimlerde pik yapması zorunludur.

Ve üretim ekonomisine yine aynı anlayışla, tabana yayarak, büyük olanı destekleyip, devletin üretim alanında öncülüğü ile yerelden geçilmesi, geçerlidir.

Bugüne kadar kim ne yapmış... kim neyi nasıl yapmış... hesabını sonraya bırakarak çocuklarımın ve ülkemin geleceği için, kalbimi vatanıma gömerek diyorum ki; şimdi sokak sokak üretim yapmak için, yerelden kalkınmayı sağlayacak şekilde, milli bir seferberlik zamanı.

Üretimi, hücre tipi merkeze almak zorundayız. Her mahallede bir üretim enstrümanı geliştirerek, devlet kurumları önderliği, üniversite yol göstericiliğinde yerel yönetimlerin lojistiğinde, büyüklerle entegrasyonu sağlayacak şekilde üretebilecek önlemleri, şimdiden hazır etmeliyiz.

Her mahallenin ürettiği bir markayı, üniversitelerle geliştirmek, yerel yönetimler ve profesyoneller ile iç ve dış pazara marka olarak sunmak; evlerde, tavan aralarında, bodrumlarda da olsa, özgün ya da taklit, üretmek zorundayız.

Domates tohumunu-fidesini üretmek zorundayız, pancar, salatalık üretmek zorundayız, buğday, gübre, yem, inovatif süt üretmek zorundayız. Bilgisayar parçası, telefon, sanal oyunlar, programlar, özel tasarımlı eşyalar, velhasıl her mahalleden bir marka, her ilçeden bir ihracat kalemi üretmek zorundayız.

Devletimin, işsizlik ya da her ne ad altında olursa olsun, bakımına destek verdiği, üretime katılabilir her birey ile birlikte, yerel yönetimlerin öncülüğünde, organizasyonel birlikteliklerle, tek başına ya da şirket, kooperatif birlikleri ile yerel yönetim ortaklıkları ile üretmek zorundayız.

Şeffaf süreç denetiminin garantörlüğü, BüyükAile yönteminin esnekliği ile devlet, büyük yatırımları, ulusal ve global üretimi desteklerken, topyekun kalkınmanın bir yerinden herkesin tutabilmesi için, bireysel kazancın toplumsal kalkınmaya dönüşmesi için, gelecek yüzyıla bir büyük aile olarak ulaşabilmek için, yerelden üretmek, genele üretmek zorundayız.

Gönlüm, Türkiye için bunca kötülüğü yapan, rahip görünümlü bir casusun bırakılmasına taraftar değilse de, ülkemin çıkarları adına bir takas yapılacak ise, bu takas bari ülkemin işine yarasın. Her sokakta üretime uyanmamıza, vesile olsun. Evlatlarımız bu günleri 'mış' geçmiş zaman olarak değil de 'di'li geçmiş zaman olarak, evlatlarına aktarsın.

Bu şerden bir hayır doğsun.

 

 

 

Milli Eğitim ve Yerel Yönetimlerden Öğretmenlere Destek

Kaliteli bir öğrenim varsa, kaliteli öğretmenler var demektir. Kaliteli bir nesil için bir mücadele varsa, kaliteli öğretmenlerin var olması ve onların ayakta durabilmelerini sağlamak için de bir mücadele gerekiyor demektir.

Eğer, bir sonraki neslin, bir öncekinden daha iyi olmasını istiyorsak, bir sonraki nesli yetiştirecek öğretmenleri, bir öncekilerden iyi yetiştirmek, daha iyi koşullarda öğretmenlik yapmalarını sağlamak zorundayız.

Ve bu görev, sadece benim de mensubu olduğum eğitim fakültelerinin, tek başına yapacağı iş değildir.

Öğretmen olarak bu okullardan yetişmiş olmak, artık yeterli değildir. Bu insanların hayatları boyunca öğretmen olarak kalmalarını sağlamak, evlatlarımızın ve ülkemizin geleceği için elimizi taşın altına koymak, ülke olarak bizim sorumluluğumuzdur.

Öğretmen olarak kalmalarından kastım, salt derse girmeleri değil.

Öğretmen olduklarını bulundukları yerde, insan yetiştirmenin tadını hissedebilmeleridir. Onların, gerekli saygı ve sevgiyi görebilmelerini sağlayabilmektir.

Hem geleceğinizi emanet edeceğiniz evladınızı ona emanet edecek, hem de gerekli sevgiyi, saygıyı, özveriyi göstermeyeceksiniz, bu müthiş bir tezattır ve bu tezat asla doğru sonucu doğurmaz. Doğurmadığını da hep birlikte müşahade etmekteyiz.

Öğretmen yerel yönetimlerde, öğretmen kimliği ile olmalıdır

Bir öğretmen bulunduğu ilçenin yerel yönetimlerinde mutlaka istişare komitelerinde yer almalıdır. Yerel yönetimler eğer ilçelerindeki çocukların, yani kendi çocuklarının geleceklerini düşünüyorlar ise kendi personeli gibi, tüm belediye imkanlarından öğretmenlerin de yararlanmalarına zemin oluşturmalıdır.

Onların, dünyayı takip edebilmeleri için, belediyelerde öğretmen dinlence ve gelişim odaları açmalıdır.

Buralara, bedeli yerel yönetimce karşılanarak, zaman zaman farklı eğitimciler, yöneticilerin getirilmesi ile, öğretmenlerimizin hayat boyu öğrenme düsturuna ayak uydurmalarına destek oluşturulmalıdır.

Okullarımızın fiziki koşullarının iyi olmasında sürdürülebilirlik yoktur

Bilinen gerçek şudur ki, milli eğitim müdürlüklerinin, yetkileri de yetileri de okulların fiziki koşullarının düzeltilmelerine yeterli değildir.

Bu sebeple, eski okulların durumu bir yana, yeni yapılmış dahi olsalar, kısa zaman içeresinde çocuklarımız için sağlıksız bir ortamlara dönüştükleri, hepimizin bildiği bir sır durumundadır.

Bu gerekçe ile yerel yönetimlerin, çoğunlukla gönüllü olarak yaptıkları gibi, okulların fiziki olarak aylık bakımını üstlenmeleri, bunu da periyodik görev olarak yapmaları, zorunlu olmalıdır. Efendim kaynak! Diyen olabilir. Biz yerel yönetim ile ciddi bağı olanlar, yerel yöneticiler bilir ki, bu kaynak her zaman vardır.

Yerel yönetimlerin, (ilçe, kaymakamlık) koordinasyonu ile sosyal bütünleşmeyi sağlamaları, büyükaile sosyal bütünleşme anlayışı ile hareket etmeleri gerekli bir zorunluluktur. Ve mükemmel bir çözüm yoludur.

Sosyal bütünleşme kapsamında, sağlık bakanlığı ile koordine halinde, evlatlarımızın sağlık ve hijyen bakımından kontrol ve takibi de yine yerel yönetimlerin, koordinasyonu ve lojistiğinde yapılmalıdır. (Bunun yapılabilirliği Balıkesir'de Valilik ve Belediye protokolü ile büyükaile Sosyal Bütünleşme Çalışmasında yerel yönetimler ve ilgili tüm başkanlıklar, muhtarlıklar, STK'lar ve müdürlüklerin ortak çalışması ile ispat edilmiştir.)*

Yeni nesil için bunu yapmak zorundayız.

Bunu yapmayan bir yerel yönetimin, çocuklarının geleceğinden, ülkenin geleceğinden bahsetmesini anlamak da, anladığını söyleyeni dinlemek de, bana göre safdillik olur.

Çünkü , yerel yönetimler bunu yapabilecek güçtedirler ve rutinin dışında, bundan daha önemli görevleri de yoktur.

Anneler okula bebeler belediyeye

Bir anneye, sık sık okula git demek, onun evdeki küçük çocuklarını hesap etmemek, doğruya yanlış bir yolla ulaşmaya çalışmak olacaktır.

Eğer bir annenin, nesillerin geleceği, ülkenin geleceği adına, okuldaki çocuğu ile daha çok ilgilenmesini, etkinliklere katılarak, sağlıklı bir eğitim sürecine katkı sunmasını istiyorsak, o anneye okulda bulunacağı süre içerisinde evdeki evlatlarını ücretsiz olarak bırakabileceği bir bakım alanı sunmak durumundayız.

Bunu açmak, gönüllü sistemi burada devreye almak, profesyonel çalışanlarla mecz edebilecek şekilde yapılmasını yerel yönetimlerden istemek, sanırım çok büyük bir talep olmayacaktır.

Böylece okuldaki çocukları ile daha fazla ilgilenen anne baba yapısını, ülkemizde de sıradanlaştırmış, karanlığa bir mum daha yakmış oluruz.

Öğretmen, yerel yönetimde de ayrıcalıklıdır

Yerel yönetimlerin öğretmenler için ayrıcalıklar oluşturması, onların, belediye hizmetlerinden mümkün olanlardan ücretsiz yararlanabilmesinin sağlanması zor değildir.

Bunun yanısıra, yerel yöneticiler desteği ile belediye dışı alanlarda da indirimli alışveriş yapabilmelerini sağlamak, protokollerde olmalarına destek olmak, saygınlıklarına katkı sağlamak için yapabilecekleri, onlar için minik, ama geleceğimiz olan çocuklarımıza yansıması ile çok büyük olumlu katkıya ulaştıran dokunuşlar olacaktır.

Sayın yerel yöneticilerimiz!

Öğretmenler kutsaldır diyoruz ya! Bu onların yaptıkları işten kaynaklandığını unutmayalım.

Mesela bugün, sizin evladınız onun sırasında değilse dahi belki de, gelecekteki damadınız, gelininiz, başkanınız, başbakanınız, kaymakam veya valiniz ya da ev sahibiniz, bakkalınız, manavınız, torunlarınızın öğretmeni ya da doktoru, onun sıralarında, onun eğitiminden geçmektedir. Bir öğretmenin hangi ruh hali ile onu yetiştirmesini istersiniz, ona bu ruh halini yaşayabileceği ortamı, saygınlığı veriyor muyuz, bir düşünün?

Üniversitelerimiz öğretmenlerimize destek olmalı

Bir önemli konu da ilçe ya da ilimizdeki üniversiteler ile öğretmenlerimizi entegre edecek, sempozyumları, çalıştayları, seminerleri hazırlamak, çocuklarımıza destek çalışmaları yaptırmaktır. Bunun da yerel yönetimlerimizin koordinasyonunda, yöneticilerimiz ile birlikte üniversitelerimizin yapabilecekleri, halkımızın da takip, destek ve şehadeti ile yürüteceği sıradan ve sürdürülebilir çalışmalar olacağı ortadadır.

Öğretmenin yaşam kalitesi eğitim kalitemize yansır

Bakanlık ve ülke olarak genelde, yerel yönetimler olarak da bölgede, öğretmenlerimize verilecek destek sonucunda, yaşam kaliteleri ile birlikte eğitimde performanslarını arttırmak da, takip etmek de mümkündür.

Sadece niyet. Biraz da samimiyet.

*Marmara üniversitesi sosyal bilimler, Halkla ilişkiler ana bilim dalı, Cevdet Tellioğlu BüyükAile Sosyal Bütünleşme ve Balıkesir Örneği, yüksek lisans tez çalışması

 

 

 

Milli eğitim bakanına, "samimi ise" her parçası denenmiş bir, model önerisi

Bugünlerde, herkes felsefeyi yeni keşfetmiş gibi hareket ediyor. Her bir milli eğitim mensubu bu yeni keşfin ışığında, milli eğitimimizin düzelmesi gerektiğini söylüyor. Kesinlikle haklılar. O kadar haklılar ki, bu haklılıkları kendilerinden önce gelenlerin yaptıkları felsefeyi de doğruluyor: "Önce öğretmenler yetiştirilmeli, herkes katılımlı olarak sisteme destek vermeli, sistem yeniden yapılandırılmalı, çağ yakalanmalı, çocuklar yarış atı olmaktan çıkartılmalı, her birey kendi öğrenme stiline göre öğretilmeli, oyunla-eğlence ile öğrenme öncelenmeli, çocuklar hayatın içinde olmalı.... " bunlara yılladır itiraz eden yok ki. Elhak bunlar doğru. Hem de her kelimesi ile. Eksiği yok fazlası var.

Da, eeeee!

Sn. Milli eğitim bakanım. Biraz etrafınıza bakın!

Yeni bir şey üreteceğim diye, sürdürülebilirliği dahi olmayan yöntemlerin, güzel ilişkilerle zemin bulup, milli eğitim okullarında test imkanı bulması daha ne kadar devam edecek?

Siz ne zaman gözlerinizi, yapılanlara, denenenlere, başarılmış olanlara açacaksınız?

Bu millet, devlete başvurmak için dost, arkadaş, aracı aramaktan bıktı. Üretmekten bile vazgeçiyor, farkında değil misiniz?

Eğer, gözünüzü ve kulaklarınızı açıp etrafınıza bakmazsanız, göz açıp kapayıncaya kadar sürecek olan bir bakanlık süreci de felsefi hayaller ve taraftar onayları ile heba olup gidecek.

Ve ülkeme, evlatlarımıza yine yazık olacak.

Üretenler, yetki sahiplerinin "bana ver ismini değiştirelim"inden bıktı. Bilgi hırsızlarının ön alma adına, makam elde etme şirin görünme adına. üretenin emeğini kullanıp, kendi talebini elde ettikten sonra, bilginin gereğini yapmamasından bıktı.

Artık güven kalmadı.

Bu itibar ile sizin de izleyeceğiniz yolu takibe doğru revan olduk. Ancak yol kısa zamanda belli oldu. Bir milyon insandan, fikir adına bir çalışma, (ki önemlidir) yönlendiren erk sahipleri adına birilerinin, yurtdışı izlemelerinin oluşturacağı rapora, feda edilecektir.

Siz de samimiyetiniz bile olsa, bu yanlışa girecek ve sonuçlardan elde edilenin hülasası diye, o raporun vazettiklerini bu topluma aktaracaksınız.

Nereden mi biliyorum? Maalesef, kuralı koyanlar böyle koymuş da oradan.

Biraz milli hareket alanı bulur, sonra birden bire karmaşa oluşur ve bir el uzanır;

Uğur Mumcu'nun tabiri ile; "Türk vatandaşı: İsviçre Medeni kanununa göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası'na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usul Hukukuna göre cezalandırılan, Fransız İdare Hukukuna göre idare edilen, İslam Hukukuna göre gömülen kişidir." Mantığı yine değişmez ve Türk öğrencisi de falana göre eğitilmeye çalışılan kişidir, diye bir felsefeye zemin hazırlanır hepsi o.

Ve adı milli olarak kalır.

Sadece Adı.

Milli Eğitim.

Yanlış anlaşılma olmasın diye kayıt altına alalım. Batıdan alındı diye karşı olmadık. Bir işe yaramadı, evlatlarımız için kurtarıcı olmadı, ülkem için geliştirici olmadı diye karşı çıktık. Batıdan gelen her şey doğrudura onay veren mantıkla batıdan alındı diye de, karşı çıkma sebebimiz olsa dahi, bu en son olan sebep oldu hep.

Ürettiklerimizin bir çuvalda boğulmasından bıktık. Bir kısmı ile yeteneksizlerin yükselmelerine sebep olmaktan bıktık. Hadi yükseldiler, üzerlerine bir taş ekleyememelerinden, hatta aslına dahi sadık kalmamalarından, sürdürülebilirlikten uzaklaştırmalarından, kısaca bu saçma yaklaşımlardan bıktık.

Beyaz Masa'dan sonra, BİMER ve CİMER'in altyapısı olan AKİM'i projelendirdiğimde yaşadıklarımın tekrar yaşanmasını istemediğim için, kendi adıma makro yerine mikro denemeleri seçtim.

Bir büyükşehir belediyesinde, başlangıç etabının, sessiz sedasız uygulaması dahi, en iyi toplum düzeni projesi olarak seçilmesine yeten BüyükAile Sosyal Bütünleşme modeli'ni uygulamak gibi.

Bütün bunları neden yazdım?

Herkes bilir ki, yapılmış olanlar, önerilecek olana ışık tutacak bir tutarlılık için, güzel bir otobandır.

Sn. Milli Eğitim Bakanımız. İşiniz zor biliyorum. Ona dokununca şunun , buna dokununca diğerinin adamı olarak karşınıza çıkması, sizi hayli zorluyordur.

Hatta zamanla, sizi bıktırıp bıraktıracak aslına uygun olmayan bilgilere dayalı dedikodulara, iftiralara dahi maruz kalabilirsiniz. Hem de erk olana en yakın kişiler tarafından. Ama lütfen yılmayınız. Başka bir ülkemiz yok. Kimseye dokunmak yerine, ekstra bir takım kurup, siz de size düşen mikro ölçeği uygulayın lütfen.

Bu konuda size bir teklifim var!

Şundan emin olunuz ki, devletin, yerel dahil birçok kademesinde görev yapmış bir kardeşiniz olarak, sadece bakanlığınızın hareketi ile hiçbir şeyi çözmeniz mümkün değildir. Herhangi bir değişimin sürdürülebilirliğini istiyorsanız halkı, yani işin asıl sahibi ve mustaribini işin içerisine katmak zorundasınız.

Bu insanları, dünün başarılı öğretmenleri ki bugünün, bazı "yeteneksizlik düzeyine ulaşmış" il ve ilçe müdürlerinin karar verme süreçleri ile baş başa bırakmayınız.

İlgili STK diye sadece eğitimden beslenenleri değil, tüm STK'ları sürece dahil edecek modeli, özellikle, üniversite ve yerel yönetimleri birlikte haşretmek ZORUNDASINIZ.

Bakınız, eğitimden yana dertli olan, dünyanın dört bir tarafından araştırmalarla günlerini geçiren bu fakir, bizim olan, bir öğretim modeli üretti.

Mikro dedim ya. Artık, birilerinin sahip olmak için isim değiştirme isteği kaygısından, siyasi çekişmeler arasında yok olmasından duyulan korkudan dolayı, tıpkı BüyükAile sosyal bütünleşme modeli gibi, saldırı kanallarından, siyasetten uzak durarak, modeli bir üniversitemiz ile paylaştık.

Rektörümüz, eğitim fakültesi dekanımız, öğretim üye ve görevlilerimizin olağanüstü destek, çaba ve geliştirmeleri ile İkinci yılına giren model, devlet üniversitemizin vakıf okulunda önce bazı sınıflarında, sonra ise tamamında hayat buldu. Ardından, ikinci bir devlet üniversitemizin Rektörü ve bilimsel takibi önemseyen, çocuklar için yeni olanı, başarılı olanı arayan-bulan yönetici ve öğreticilerinin gayretleri ile bu üniversitemizin vakıf okulları da bu sisteme geçti.

Sessiz sedasız.

Bu model:

bir çocuğun öğrenme stilini belirleyen... Ona göre öğrenimini şekillendiren... Çocuğun okula başladığı an itibarı ile PDR ve akademik gelişiminin üniversitenin, anlık ve ölçülebilir olarak takibinde olması sağlanan... Küme sistemi ile değerleri, aidiyeti oluşturup akran zorbalığını minimize eden ... Balık kılçığı ile kök sebebe inmeyi sağlayan ... Sorumluluğu oluşturan liderlik ile seçme ve devretmeyi-seçilmeyi normalleyen; Kendisiyle yarışmayı... Hitabeti-olumlu düşünceyi-hayal kurmayı- projeyi, soru sormayı en alt sınıflara kadar yayan; STK'lar ile entegrason ile dış dünya projelerle bütünleşme sağlayan model uygulaması, her parçası ayrı ayrı denendikten sonra, bütün olarak da başarılı oldu.

Gelelim teklifime!

Sn. Bakanım, makamda yer edinme çabası olmayan, ülke adına, evlatlarımız adına dertli olan birine ya da bir ekibe, lütfen Sakarya Üniversitesi ve Atatürk Üniversitesi Vakıf Okullarında uygulan bu, BüyükAile Esnek Öğretim Modelini incelettirin.

İncelettirmek ile kalmayın. Biz 6 yılımızı ayırdık.

Mümkün ise siz de vakit ayırıp kendiniz de inceleyin.

(www.buyukaile.org)

Yerel yönetimden STK'lara, Aileden, öğretmenlere, üniversitelere kadar, her kesime değerek olumluya doğru evrilen bu modelin, siz de eğer olumlu olacağı kanaatine varırsanız, pilot olarak uygulayın.

Bizler de size destek olalım.

Sn. Bakanım, cüretimizi dertliliğimizden, inancımızı davamızdan, güvenimizi denenmişlerimizden kabul edin lütfen.

 

 

 

Eşitlik

Adaletten sonraki, ancak adalet ekseninde oluştuğunda anlam kazanan, en muhteşem kavram, eşitlik.

Tarih boyunca, birilerinin komünist manifesto diye, çıplak eşitliği baz kabul edip, adaleti yok sayarak öncelediği; diğerinin ise vahşi kapitalizmin pençesi ile saldırıp, serbest rekabet diyerek, şartlarda adaleti, neredeyse olmaması gereken olarak kabul ettiği, sıradanın öncelikliye yenik kılınmasının normal kabul edildiği, ama yine de kullanılmaktan vazgeçilmeyen sihirli kavram. Eşitlik.

Aslında eşitlik, adaletin olmadığı mekanizmalar içerisinde, çıplak duran, sadece adalet ile birlikte anlamını bulabilen bir kavram. Tarih boyunca, bu kavram etrafında kenetlenen insanlar, kanı ile canı ile teri ile sistemlerin oluşup yerleşmesine sebep olmuştur. Ancak, zamanla yönetenler kavramın içeriğini değiştirdiklerinden; kâh sistemlerin yok olmalarına, kâh yok olmamak için sistemi deruhte edenlerin, sistemin kurulmasına destek verenlere, zulmetmelerine sebep olmuş. Sebep de yine kuruluşu sağlayanların geleceği olarak gösterilmiştir. Yani halka rağmen halkçılık hep olagelmiş, gücü eline geçiren gücün kendisi haline gelmeyi bir meziyet olarak kabul etmiştir.

Artık, verdiklerini ulufe, yaptıklarını ilahi gören destek sahipleri ile her adımı ses çıkararak atmış ve sesin ahenginin güzelliği, adaleti de eşitliği de zihinlerdeki önemsiz postalar kutusuna atmıştır.

Eşit paylaşım sözü edilen güzel bir kavram olarak beynin snapsları arasında elektrik olarak gidip gelmekten başka bir işe yaramamaya başlamıştır. Eşitlik, paylaşım, kavramları gündemdeki yerini daha ılımlı kavramlara bırakmaya başlamış, eşit ya da paylaşım ile ilgili adaletle birlikte anılacak kavramları seslendirenler, kaybedilmekten korkulanlar adına susmaya mahkûm edilmiştir.

Halbuki, ne eşit, eşittir; ne de paylaşım, paylaşımdır. Ne de bu kavramların temelinde artık, adalet vardır. Ilımlık modasına kaptırılan kavramlarla bu kavramların kullanıcıları kendilerini de bu akışa terk etmeye başlamışlardır.

Şartlardaki adalet yerini, yönetenlerce adaletteki şartları belirlenmeye; eşit paylaşım yerini, güçlü olanın oluşturduğu adalete bırakmıştır.

Bu süreç fıçıdaki kurbağanın, yavaş yavaş ısıtılması ile ortama alıştırılması ile kaçacak, isyan edecek mecali kalmaması gibi bir yöntem ile oluşturulduğundan, ne isyan olur sistemin kuruluşuna destek olanlarca ne de kaçmaya niyet. Yeni anlayışın yeni mutluları oluşur.

Bu yolla, devrimcilerin ciddi muhafazakâr olduklarına tanık olunur, düzen değişmesin diye doğru ile yanlışı bir avluda bulundurduklarına, topyekûn kabulün oluşturduğu körleşme ile yanlış olanı ya görmezden gelip ya da türemleştirdiklerine tanık olunur.

Topyekûn kabuller oluşur. Topyekûn kabul topyekûn ret cephesinin oluşmasına zemin verir ve aktif kılar.

Adalet şartlarını belirleyenlere muhafızlık adına, muhafazakarlık kör taraftarlığa dönüşür.

Ta ki, topyekûn olmaktan, ısınan suyu fark ederek, doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilen, topyekûn kabulün yanlışlığının bilincine varan, insanın hangi şartta olursa olsun, bir sahibi olduğunu hatırlayan, kısaca seçici olanlarca bir farkındalık, ortaya çıkıncaya kadar.

O zaman, adalet temelli eşitlik kavramı, yeniden kendi anlamını bulacaktır. Ve o zaman da 'eşit şartlarda eşit paylaşım' öncelikli bir bütün haline gelecektir.

 

 

 

Cüce Siyaset ve Fatih Sultan Mehmet

Fatih Sultan Mehmet 12 yaşında iken, babası tarafından tahta geçirildi. Düşman bunu fırsat bilerek barışı bozup, haçlı ordusu olarak Avrupa topraklarına saldırılara başladı. Düşman Tuna'yı geçince, Fatih'de devletini riske atmamak adına, tecrübeli olan babasına bir mektup yazarak ordunun başına geçmesini istedi. "gel baba ordunun başına geç" içerikli mektuba babası da "padişah sensin" cevabı verince ikinci kez aynı içerikli mektubunu gönderdi ve Sultan Murat'dan aynı cevabı aldı. Üçüncü mektubun içeriğini farklılaştıran Fatih; 'eğer padişah isen ordunun başına geç, eğer ben padişah isem sana emrediyorum, ordumun başına geç' mesajını gönderdi. Bunun üzerine de Sultan Murat ordunun başına geçti. Bu herkesin bildiği muhteşem bir öğreti. Ancak öğreten de öğrenen de tabi olan da samimi. Siyasetten uzak, devlet temelli.

Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Malum, bu aralar ortalık çalkalanıyor. İYİ Parti kaynaklarından gelen haberlere göre, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, genel başkanlık görevinden istifa etti. Parti içi tartışmalar karşısında rest çeken İYİ Parti lideri Meral Akşener partinin olağanüstü kongreye gitmesini istedi ve yetmedi ardından, sosyal medyadan yaptığı açıklamayla yeniden aday olmayacağını açıkladı.

Buraya kadar da 'eee, ne var bunda etmiş işte' diyebilirsiniz.

İşte, iş burada başlıyor. Bu bir karardır ve saygı duyarsınız ya da duymazsınız o bireysel bir bakış açısı ile ilgili. Ancak, konuşulan konu, Sn. Akşener'in 'bir daha dönmemek üzere istifa ediyorum' açıklamasından sonra gelişenler.

Doğal olarak, bir genel başkan istifa ederse yerine bir başkası kongre ile seçilir ve kalınan yerden, kendine uygun politikalarla devam eder. Biz de böyle olacak düşüncesine vardık ve acaba kim ya da kimler olabilir diye, yorumlar dahi yapmaya başladık. Hatta yakıştırdıklarımız ile ilgili düşüncelerimizi dahi belirtmeye başladık. Bu da bu tür bir gelişme sonrasında yaşanacak olan doğal bir sonuç. Buraya kadar da bir şey yok. Ancak bir anda ortalıkta, istifa etmedi, geri dönecek sözleri döndürülmeye başlandı.

Haydiiii! Bu da ne şimdi?

Sn. Kılıçdaroğlu'nun, Deniz Baykal ile olan sürecinde aday olmayacağını belirttikten sonra, birden bire ben genel başkan adayıyım diye ortaya çıkması, siyasi bir tarz haline mi geldi diye düşünmeye başladık. 'ben istemiyorum beni getiriyorlar' mı diyecek? Biz de buna yorum yapmayacağız. Tabi, yok böyle bir şey. Bu millet kendi bulunduğu yerden bakarak yorumunu yapar.

'Tamam da girişte Fatih ile ilgili verdiğin örneğin manası ne' diyeceksiniz. Açıklayayım. Bu konu gelişirken düşüncelerimizi herkes gibi sosyal medyadan açıklayınca gelen tepkilere baktım. Özelden yazılanları okudum ve baktım ki, Sn. Meral Akşener'in gidişini Sultan Murat'ın gidişine benzetmeye çalışıyorlar. Ve bu zemini oluşturma adına, geriye davet edileceğini açıkça deklare eden önemli mevkilerden açıklamalar da var.

İşte ben de tam burada tarihi hatırlatmayı yapayım dedim. Fatih Sultan Mehmet, Haçlı ordusunun saldırıları karşısında daha dirayetli olacağına inandığı, siyasi manevra yapmaksızın davet etmekten ve makamını ona bırakmaktan imtina etmeyeceği babası Sultan Murat'ı ordunun başına davet etmişti.

Şu an bazı sevenlerince yapılmaya çalışılan ise bu muhteşem tarihi gerçeğin, siyaset adına kullanıma alınan kötü bir kopyasını sahnelemek gibi görünüyor. Bu yaklaşım tarihi bir güzelliği, kısır ve cüce bir siyasete eklemlemek olur diye düşünüyorum.

'Siyaseten gitti... Davet edeceğiz... Yeniden gelecek... Daha güçlü olacağız...' diyebilirsiniz.

Bu siyasi bir manevra adına, bilinir bir yaklaşım olarak da görülebilir. Bu tür, insanları yanıltan siyaset anlayışına saygı duymasam da siyaseti yapanlara saygı duyarım.

Ancak, doğru olacak, düz yürüyecek, söylediğinin arkasında duracak bir siyasi yaklaşımı benimseyen birisi olarak Fatih örneğine katılmam mümkün değildir.

Sn. Meral Akşener'e bundan sonraki yaşamında başarılar diliyor, İYİ Partinin iyi ellerde hayırla memlekete hizmet etmesini diliyorum.

 

 

 

Sessiz Kartal Dua Bekliyor

Mehmed'im yürüsün diye büyükleri önden gidiyor.
Karanlığı perde, taşı yastık biliyor.
Kanatları bir ümmeti koruyor.
Haberin yok ama milletim senden.
sessiz kartal dua bekliyor.

Kalbinde vatan, gözünde düşman
dilinde tekbir Allahu ekber.
Mahfuz isimler köyler aşıyor,
Bir kartal belirdi mi semalarında,
Bil ki şehadeti, muştu diye taşıyor.

İsmi mahfuz, yeri mahfuz, şekli mahfuz kartalın,
Annesinde gözyaşları çok kalın,
Baba iki el bir baş, gururda yalın.
Bilirler ki sancak emin elde,
evlat kalanların olduğu yerde,
damlalar, sessiz kartalın var olduğu yerde.
Haberin olsun millet, karanlığı perde, taşı yastık bilen var,
On kartaldan Sessiz sessiz şehadete giden var.

Gönlünde bir kartal yükseldi mi bil ki muştu var,
Bir dua ile gönlünü kalanlara taşı, sen yumuşat başını yasladıkları taşı.
Bilesin ki ey millet, büyük Mehmet senin için önden gidiyor,
o sessiz kartal, senden sadece dua bekliyor.

Ve şahit ol.
Onlar ümmetin geleceğini imar ediyorlar.

İstihbaratımızın sessiz Kartalları,
ruhunuz şad olsun.

 

 

 

Yapay Zeka Bit Coin ve Uzaylılar

Düşünün, paranız var ve öylesine güvenli ki sizden başkası harcayamıyor.
Mesela, parmağınızı bir başkasına vermediyseniz, sizin paranızla kimse, bir çiklet bile alamıyor. Ne kadar güvenli, ne kadar hoş gibi duruyor değil mi? Peki, sadece bireyin harcayabileceği bu dijital para, dünyanın var olan her alanında, hakim duruma geldiğinde neler olabilir, hiç düşündünüz mü?
Hele ki bu para birimi bir tane ise ve tek merkezden yönetiliyor ise neler olabilir, hiç düşünme fırsatınız oldu mu?Mesela, bu parayı yöneten, "senin parmak izi numarana ya da cip"ine para yüklemiyorum. Çünkü sen, koyduğum kuralı çiğnemişsin, İsrail'e karşı" bir yürüyüşte var olmuşsun. Bu, sistemde görünüyor...
Ya da yasaklanmasına rağmen, şu kişi ile görüşmüşsünüz, o yüzden cezalısınız, yükleyemem derse ne olur, size kim destek olabilir? Kim aç kalmanızı, açıkta kalmanızı, yalnız kalmanızı, engelleyebilir? Hangi güç insan olmanızı, insanca yaşamanızı sağlayabilir?
Onların istediği gibi yönlendirilebilmenizi, kopyala yapıştırın ötesine ulaşamayacak şekilde beyninizin formatlanabilmesini, düşünmeden takip etmeyi, yaşamı devam etme adına elde etmek için, kul köle olmanızı kim engelleyebilir?
Bu güç, birileri için tek sahiplilik taşıyorsa, hiç ama hiç kimse sizi bu gücün elinden, etkisinden, zorunluluklarından kurtaramaz. Öyle ise bu gücü kimseye vermemeli.
Devletim kalıcılık, devamlılık istiyorsa, sorgulayan, üreten, hayal eden, yorumlayan bir nesil yetişmesi için gereğini yapmalıdır. Yerleştirilmek üzere, promosyonları oluşturulan bitcoin gibi, küresel yapı tarafından teste tabi tutulan digital para birimlerinin asla ve asla denetimden uzak kalmasına müsaade edilmemelidir.

Aksi durumda, kazanma dürtüsü ile yapılacak her işlem,bir süre sonra bağımlılığı normaleştirecek, insanımızı bir sürü haline getirip uluslararası gücün çobanına teslim edecektir. Bunun için, "seçilmiş olana" tapmanın gerçekleştirileceği sürecin safhaları, uzun zamandır sahada;
Önce, Tanrıların arabaları-ayak izleri fikirlerini empoze eden kitaplar ile Mısır medeniyeti üzerinden, piramitler kutsanarak, üstün zeka ve teknolojiye sahip uzaylıların gelmiş olabileceği algısı oluşturuldu.

Ardından, Ufo PR'ı ile gizemli uzaylının, dünyayla teması konusunda üretilen hikayelerle, uzaylının bir gün gelebileceği algısı oluşturuldu.

Eğer takip ediyorsanız, bugünlerde; ABD üst düzey savunma yetkilisine "4 uzaylıyı öldürdük" dedirterek, gelecekte önemli olabilecek, uzaylı varlığını içeren algıya zemin oluşturulma çalışmalarını farketmişsizinizdir. Bundan sonra gündem daha da sıkça, uzaylıların yüksek teknolojiye, medeniyete, yenilmezliğe, yardımseverliğe ne denli açık oldukları mitleri ile oluşturulacak.

Gelelim, bağlantılı konumuza. Denemelerle taraftarları oluşturulan dijital para hayatımızın her alanında yerini alacak şekilde hazırlık yapılmakta. Sahibi tek olan ve her alana hakim olan 'seçilmiş ırk' başta bahsettiğimiz senaryoyu devreye alarak, hayatı yönlendiren olabilmesi için altyapı hazırlanıyor. Ama bunu yaparken, asla kendilerini ortaya atmayacaklar.

Gelişen teknoloji ile kendisini " seçilmiş ırk" zannedenlerin kontrolünde ürettilen yapay zeka sahibi robot, İsa Mesih/mehdi olarak, uzaydan gelmiş gibi sunulabilecek.

Ve yedinci safha; Dünyanın bu yeni dine formatlanma çalışmaları, tek merkezli dijital paranın gücü, çip ve internet teknolojisi ile kişiselleştirilerek bireylerin köleleştirilmesi sağlanabilecektir.
Tüm bunların tek merkezden, seçilmiş ırk tarafından yönetilmesi, uzay yaratıkları destekli görünümlü "tanrısı insan olan bir Hıristiyanlık üretilerek" yeni bir yönetim şekli, başlatılmak istenmektedir.

Son bir uyarı;
Devleti yönetenler, öngörüde bulunun.
Ulusal, internet ağınızı oluşturun.
Mobilde ve kabloda, lokalden kontrollü uluslararası ağ yapısı ile bütünleşik bir altyapıyı acilen başlatın.
Ulus devlet olarak, esaret altına girmemek adına, Dijital para giriş çıkışlarını denetime alacak sistem için, AR-GE birimlerinizi, vakit kaybetmeksizin, seferber edin.
Dijital para ile alışveriş yapan işyerleri, farklı vergilendirme ile kayıt altına alın.
Ve
Kendi dijital paramızı acilen üretin.
Bizi esarete taşıyacak, erke ait tek para biriminin işaret taşlarını görün ve bu esarete ram olmamızı engelleyin.

 

 

 

'İki devletli çözüme ölüm öpücüğü'

Filistin'in İngiltere Büyükelçi Manuel Hassasian, ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasıyla ilgili 'iki devletli çözüme ölüm öpücüğü' tanımlaması yapmış.

Meşhur bir tabir vardır."savaşı başlatmak elinde olailir ama bitirmek, senin dışındadır" diye.

Birilerinin, Ortadoğu'ya hançer sokmaya çalışan ve gerçekleşirse de ileride dünya inanlarının katili diye anılacak olan Trump'a hatırlatmalı. Hatırlatmalı ki, 1.5 milyar müslümana savaş ilan etmek, bulunduğu koltuktan, o tetikçiye kolay geliyor olması, oluşacak olan karmaşanın neticesinde kazanacağı manasını çıkartmasın. Gönlü, haçlı zihniyetini ortaya çıkartmak da olabilir, oturduğu koltuktan olmasını da getirebilir bu yaklaşım.

ABD'nin haşarı çocuğu olarak tarihe geçmek asla ona bir artı sağlamayacak. Çünkü müslümanlar için, orası başkent.

İnancın başkenti.

İlk kıble.

Gönül yorgunluklarının dinlence alanı.

Selahaddin Eyyubi'nin yadigarı.

Konu Kudüs olunca, en uç noktadaki, anlayışı taşıyan müslümanların dahi bir masa etrafında oturmayı inanç bilecekleri ortak değerdir. İran, Irak, Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve aklınıza gelebilecek tüm müslüman kabul edilen ülkeler. Ve hatta yetmez, halkı müslüman olan, halkında müslüman olan tüm ülkeler de bu masada kendilerine mutlaka bir tabure bulur ya da kendine düşeni yapmak üzere gözlerini Kudüs'e çevirir.

Kudüs'de mezhep yok. Kudüs'de ayrılık yok. Kudüs'de anlaşmazlık yok. Kudüs'de yükseliş var, değer var. Kudüs'de kabulleniş var. Kudüs'de şehadet muştusu var.

Her müslüman, Kudüs'den sorumlu olduğunu bilmeli. Her müslüman devlet, bu yaklaşımın yarın ortadoğu başkenti yapılmak istenen Yahudi devleti anlayışını farketmeli.

Kudüs müslüman için, Harim'i İsmettir.

Kudüs'ün statüsünde bir değişiklik yapma kararını, kendisini dünyanın jandarması sanan bir ABD yapamaz. İslam dünyası, BM kararları ile oluşturulmuş Kudüs'ün statüsünden taviz verme şansı yoktur, olmamalıdır.

İslam dünyası, tek ses, tek nefes, tek yürek olmak zorundadır. Tüm devletlerin yönetimleri bunun dışında hareket ederse gelecekte olabilecek tüm kan ve gözyaşından, en az Trump kadar sorumlu olacaklardır.

Bölgeyi, terör örgütleri kanalıyla kana bulama kararını verdiği her halinden belli olan Trump, bu yaklaşımla, bireysel arzularını tatmin etmek isteyebilir. Ancak burada, müslüman olduğunu iddia eden devlet başkanlarının başlarını iki elinin arasına dahi almadan; Tavırlarını, kararlılıklarını ve gerekirse alacakları kararları uygulamaları için gereğini yapmalıdır. Bu, bölgenin barışı için tarihi bir zorunludur. İslamı şiar kabul eden devlet liderleri için ise aynı zamanda, uhrevi bir zorunluluktur.

Dünyayı kana bulama üzerine karar oluşturan Trump'a karşı, diğer hristiyan ülke liderlerinin, geleceğin katili olacak kişiyi, sağduyulu harekete yönlendirmemesi, kendilerinin de bu yönde hareket etmemesi ile oluşacak, bir aksi durum, "iki devletli çözüme ölüm öpücüğü" olmakla kalmaz, dünya devletlerinin selametine, barışına vurulmuş bir ölüm öpücüğüne dönüşür.

O zaman da kimin kimi öpeceğine de Trump karar veremez.

 

 

 

 

Krallar kralı Ozymandias

Kimsesiz bir amcanın ,varını yoğunu harcayarak sahip olduğu, imarlı alan ile bay işini bilirin imarsız yerinin konumu, yeni imar planındaki yeşil alan metrekaresini tutturabilmek adına, değiştirilebiliyorsa...

kimsesiz amca"nın yaşama sevincinin öldürülmesini, önemsemiyor ona, yeşil alan ihtiyacı olan toplam metrekare alanın sahibi "birisi", olarak bakılıyorsa...

Felakette...Kahpe bir baskında...Savaşta...
Vefat edenlere, "sayı"sal bir değer olarak bakıp, yerini dolduracak olanlara da; "Bedeli malen", olarak görülüyorsa...

Devlet olarak dağıtılan erzakların sayılarına bakıp; Bakkal Mehmet efendi imiş gibi, elinden geleni yapmış olmanın keyfi yaşanıyorsa...
Geride kalan "sayı"lara ulaşmak için, bir başka bahar, bekleniyorsa...

Şu kadar vatandaşı iş sahibi yaptık derken; Ahmet' i ,Fatma'yı henüz iş sahibi olmayan bireyler yerine, sadece ekranda telaffuz edilecek bir "sayı" olarak, kağıtlara mahkum ediyorsa...

Bir ilde, engelli birilerini taşımanın açılışı yapılırken, kalanların sayıları diyagramlarda bile yer bulamıyorsa,bulanlar da bir "sayı"yı ihtiva ediyorsa...

Onlar; özlemleri, sıkıntıları, ihtiyaçları, arzuları, mutlulukları, hüzünleri ile var olma mücadelesi verirken, devletin girilmez kapılarında,ulaşılmaz odalarında,görülemez evraklarında, birer sayı olarak yer alıyorlarsa...

Ve ,devletin kurumlarının başında, seçim sürecinde, birey olabilen "sayılar"ın seçtikleri ; küçük dağların yaratıcısı modunda; Sayın başkan oturuyorsa...

Bir yerlerde bir yanlış,
devam ediyor demektir.

Sınırsız gibi bile görünse... yeni yurtlar oluşturacak yetiye sahip bir gücün bile olsa...dünyada açtığın kapıların haricinde hiçbir şeyin kalıcı olmadığını...

İnsanların, sayılardan çok daha önemli olduğunu, hatırlatmak adına, aklıma gelen eski bir şiiri paylaşmak istiyorum.Güç, gurur, mağruriyet, servet ve kuvvetin simgesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışan; Ozymandias .

Shelly 1817 de kaleme almış olduğu şiirde, günümüze de ışık tutmuş.
İnançlarını yükseklik tahtası yapan, bireyleri sayı kabul eden, kazandırdıklarını ve yaptıklarını kendinden sanan, sonrasını, sonra düşünmek üzere rafa kaldıran ya da, sayılarla oynamakla, sonrasını da garantiye aldığını sanan;"Sayın başkan" lakaplı krallara iyi bir örnek.

Diyor ki:

Antik diyardan gelen bir seyyaha rastladım,
Dedi ki:
"çölün ortasında,gövdesiz,kocaman iki taş bacak,
Ve hemen yakınında yarı beline kadar kuma gömülmüş,
Atık kaşları, kırışmış dudakları
Ve buz gibi soğuk alaycı görünümüyle,
Parça parça olmuş,
Taştan surat vardı...
Onlara şekil veren o eller ve ruhları besleyen o kalp,
Cansız şeylere kazınan tutkuları ne kadar da canlı göstermişti!
Üzerinde ise şu sözler yazılıydı:
Ben kralların kralı Ozymandias...
Şu yaptıklarıma bakın da,
Haddinizi bilin!
Ama koca yıkıntılar arasında saklı kalmış bir harabe,
Ve ucu bucağı görülmeyen,çıplak ve yapayalnız kumlardan başka,
Artık ne kaldı geriye?
Hiçbir şey!.."

Elindeki imkanları ,kendi için kullanan; kredi kartı ile vereceği hesabı hiç kimsenin kaçamayacağı hesaba tercih edenler...

Koltuk gücünün, dayanılmaz hafifliğine kapılıp "ben"lenenler:
-Artık ne kaldı geriye?
Sorusuna,
-Hiçbir şey!..
Cevabını vermeden önce.

Kimsenin bir "sayı"dan ibaret olmayacağı, yeri ve zamanı hatırlayın.
Kimsesiz görünen "o sayıların kimsesini" de...

Hükûmet yeni bir karar ile doğanın kirletilmesini aza indirmek amacı ile alelacele bir karar aldı. Marketlerde artık, poşet paralı.

Eyvallah. Çevrenin kurtarılmasına katkı için eyvallah.

Eyvallah da, bunun artısını eksisini düşünen hiç olmadı mı?

Bir Allah'ın kulu da bu kararlar kesinleşmeden önce hesap yapmaz mı? Bir kanun ya da kararname çıkartmak üzere komisyona havale yapan irade her şeyi düşünmek zorunda mı? Ya da tersinden sorayım. Bir kanun ya da kararname için komisyona havale edilen bir metin ile ilgili, bir çalışma yapılmaz mı?

Koskoca Cumhurbaşkanlığı külliyesinde, çıkacak kanunun artısını eksisini düşünebilecek, bilmese de araştırıp sorabilecek Allah'ın kulu yok mu?

Bu nasıl bir danışma müessesesi?

Bu nasıl bir uzmanlık anlayışı?

Her kanun sadece Sn. Cumhurbaşkanının düşüncesi ve tam metin oluşturması ile çıkıyorsa, Meclistekiler, Külliyedekiler ne iş yapıyorlar?

Sn. Cumhurbaşkanımızın iletişim konusunda bir danışmanı yok mu?

Şu an bir örnek olay ile karşı karşıyayız!

Harika bir yaklaşımla, poşetlerin daha az çevreyi kirletmesi için, marketlerde satınalma sonrası kullanıma girenler paralı olacak dendi.

Elhak, doğrudur ve arkasındayız.

Peki, bunun uygulaması nasıl?

Sahadan aktarayım.

Market, kendi markasını üzerine basmak kaydı ile biraz daha büyük poşetleri kasanın yanına koyar ve bugüne kadar ücretsiz verdiği poşeti paralı satmaya başlar.

Ha bir de artık eskisi gibi de değil. Bir tane daha ister misin diye de sormayı ihmal etmezler. Artık paralı ya!

İşin ucunda kar var.

Siz de alışveriş malzemelerinizi, bu poşetlere aktarır parasını da bir güzel öder yürür evinizin yoluna gidersiniz.

Peki nasıl?

Tabi ki, parası tarafınızdan verilmiş olan market poşetleri ile marketin reklamını yaparak yürürsünüz.

Oohh. Keyfe bakınız. Market binlerce lira vererek yaptıramayacağı işi artık vatandaşın parası ile yapmaya başlar. Artık vatandaş, marketin iki ayaklı reklam aracı. Hem de parasını da kendi ödeyerek.

Nerede görülmüş bu yaklaşım. Hem bir yerin reklamını yapacaksın. Hem de reklam yaptığın yerin reklam malzemesinin parasını vereceksin?

Böyle şey olmaz.

Tüketici dernekleri bir an önce hareket etmeli. Ya reklam parası olarak, indirim diye hesaba yansımalı, ya da poşetlerde reklam kesinlikle olmamalı.

Hükümete, reklam ile ilgili bir uzman olarak önerim şudur ki, lütfen bu işe el atın. Poşet basımlarını kontrol altına alın. Market derneklerine fatura edin. Aradaki farkı fakir fukara için kullanılacak fona aktarın. Onlar da marketlere fatura etsinler.

Ya da, halkımızın eğitilmesine katkıda bulunacak, sosyal mesajları zorunlu kılarak, poşetler üzerine bastırtın.

Hiç değilse sosyal reklam tabelası görevi ile bir sorumluluk yerine getirilsin.

Yoksa bu milleti, parasını kendi ödediği halde, marketlerin ayaklı reklam mecrası olmaktan kimse kurtaramaz.

 

 

 

Ders Süreleri Kısalsın- mı?

Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, "Artık öğrenme süreleri hızlandı, öğrencilerimizi 40 dakika sınıfta tutmakta, dikkatlerini aynı noktaya toplamakta zorlanıyoruz. Birkaç sefer de söyledim ders süresini de biraz kısaltabilmek lazım. Daha etkili bir şekilde dersleri çocuklarımıza bilgileri aktarabilmek için" dedi.

Evet, insanın dinlemede süreklilik algısı 20 dakika civarında bir zaman ile sınırlı. Bu, dün böyle idi, bugün böyle, yarın da böyle olacak.

Satır aralarından çıkardığımız sonuç, çocuklarımızın, sınıfta tutulmalarının zorluğu üzerine kurulu. Ve bence bu yaklaşım, çocuklarımız için bir çözüm olmaktan uzaktır.

Ders öğretmenlerinin biraz daha erken çıkmaları, çocukların, akran zorbalığı ve boş zaman kullanımı bilgisi eksikliği ile yaşam sürdürmelerinden başka bir neticeye ulaşmayacaktır.

Milli eğitimimizde bir çok şey gibi bunun da problemin temeline inmeden bu tür bir değişiklik, yarın geri dönüşün zilini bugünden işitmemize sebep olmaktadır. Eğer amaç, öğretmenlerimizin sınıftaki çocuklarımızın dikkatini aynı noktada tutmalarını sağlamak ise bu yaklaşım yanlış, eğer amaç, çocuklarımızın başka odaklara da yönelmesi ile gelişiminin arttırılması ise yine bu yaklaşım yanlış, en azından eksik.

Çünkü problem, çocukların algı düzeylerinde değil, eğitim sisteminde... Ders yoğunluğunun anlamsız bir şekilde yüksek olmasında... Çocuğun kendisine, derste zaman kalmamasında. Öğrencinin, anlatılanla iktifa etmek zorunda kalmasında. Ders içi ve sonrası pekiştirme şansının olmamasında... Dersin işlenme biçiminde... Ders sonrası zaman kullanımının müfredatta, yeterli ve odaklanılmış bir şekilde anlatılmamış ve işlenilmemiş olmasında...

Bu şekilde arttırılması mümkün gerçekler, hala eğitim sistemimizde var oldukça, ders sürelerinin kısaltılması, öğretmen dinlence zamanları ve öğrenci eğlence zamanlarının arttırılmasından daha öteye geçmeyecektir. Yani öğretime bir katkısı olmayacaktır. Eğer amaç buysa evet olabilir. Ama amaç öğrenmenin kaliteli hale getirilmesi, kalıcı kılınması ise bu sonucu bu yaklaşımdan beklemek mümkün değildir.

Dersler, konuları itibarı ile hayat merkezli ve yaşam ile odaklı hale getirilirse... Akademik anlatı süresindeki algı zamanı kullanım sonrası, pekiştirmede yeni odak oluşturulursa... Kalan zaman standart olarak, oyunla öğrenmeye, hayat örnekleri ile öğrenmeye açık hale getirilerek öğrencinin aktif katılımı sağlanırsa... Ders sonrası zaman kullanımında, yaşamla ve eğlence ile pekiştirme gerçekleştirilirse... Okul içi ve sonrası faaliyetler, sisteme basit yollarla entegre edilerek takibi yapılabilir hale getirilirse...

40 dakikalık ders süresinin yeterli bir odak oluşturma zamanı olduğu, hatta mutlu ve daha kolay öğrenen çocuklarımızın inovasyona yönelik çalışmalar yaptığı, zamanı daha iyi kullanabildiği, daha kolay ve kalıcı olarak öğrenebildiği, ve hatta davranışlarda evrensel değerlere dönük olarak, istendik yönde gelişim anlayışın da başat olmaya başladığı ortaya çıkacaktır.

Milli eğitimdeki dostlarımızı, önyargısız olarak, Sakarya Üniveritesinde uygulanmakta olan, BüyükAile öğretimde esneklik... modelini incelemelerini öneriyorum.

 

 

 

İnsani Finans Olmaz, Halka Dönük Finans olur

Bu yıl 16-17 Kasım'da düzenlenen Küresel Katılım Finans Zirvesi'nde ilk kez parayı faizle değil, üretim ve yatırımla büyütmeye dayanan 'insani finans' masaya yatırıldı denildi.

Yine aynı insanlar, yine aynı anlayış, yine aynı kuruluşlar üzerinden racon kesildi.

Mevduat fazlerinin yüzde 10 larda, kredi faizlerinin ise yüzde 20 lerde olması, bizim mahallenin "kar" paylaşmayanlarının vicdanlarını sızlattı.

Kartlarla insanların mahkum edildiği sistemde, bizim mahalledeki sorumlular, oluşan huzursuzluğu farketti ve toplumsal sorumluluk, sosyal sorumluluk ya da her ne menem şey derseniz deyin, başına "insani" kavramı ekleyerek, yapılanlar için günah çıkartacak bir anlayışı, gündemlerine aldılar.

Tıpkı, fabrikasının zehirli atıklarını, çocukların kenarında oyandıkları dereye akıtanların, zehirlenenleri tedavi konusunda sosyal sorumluluk projesi yapması gibi.

Tüm dünyayaya çağrıda bulunmuşlar;

"Şartsız, koşulsuz para kazanmayı amaçlayan ve bireyin toplumdaki varoluşunu da sadece bu finansal güce endeksleyen mevcut sistem, dünyanın hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerinde, telafisi zor krizler yaratıyor. Mevcut sistemin tüm dayatmalarına karşın, aslında birlikte kazanmak, refahı paylaşmak sanıldığı kadar zor değil. Buradan tüm dünyaya çağrıda bulunacağımız 'insani finans'; paylaşmayı, çalışmayı, üretmeyi, birlikte kazanıp, bölüşmeyi hedefliyor. Riskleri paylaşarak azaltmayı, bu şekilde toplumsal huzursuzluk ve finansal belirsizlikleri ortadan kaldırmayı, dil, din ırk, kültür ayrımı yapmaksızın tüm toplumlarda, insani değerler üzerinde uzlaşmayı, bireyin mutluluğunu amaçlıyor."

"faiz, bir sömrü aracıdır, paranın kendi kendine terlemesidir", ya da "faiz haramdır" anlayışlarının yerine kibarca, "millet fakirleşiyor, verecek para bulamayacak, bak kendinizi kurtarmak için yeni modellere yönelin" içeriğinden başka bir öneri taşımayan yapıya atfedilen değer, olduğunun çok üstünde. Bireysel sermayenin sahip olabildiği finansaman yapısın, bu zulmü durdurabilmesi mümkün değildir. Bankacılık anlayışı buna zeminden uygun değildir. Bankacılık, yıllık, aylık, haftalık, günlük ve hatta saatlik, yetmedi alver süreçlik kar üzerine kuruludur. Bu şekilde insanların kandırılması, zehirli suyu içirip nasıl tedavi edileceği üzerinden konferanslar yapılmasından öte bir adım gidilemez.

Mümkün değildir. Bu bir beceriksizlik, dumura uğrama değilse, en basit tabiri ile bir aldatmacadır.

Bir de #insanifinans adı altında bir garabet kavram üretmişler.

Buna da; "İslami ya da faizsiz bankacılık olarak sınırlandırılamayacak bir finansal sistemi, faize dayalı olmayan, kaynakları maksimum seviyede üretme ve yatırıma döndürmeye odaklı bir ekonomik felsefeyi tanımlıyor. Üretmeden, istihdam yaratmadan, paradan para kazandırarak, büyümeye çalışan eski finans sisteminin (faize dayalı finans sisteminin) çıkmazlarına karşı, kâr-zarar ortaklığına dayalı, paylaşımı esas alan, insani ve ahlaki temelli yatırım araçları ile sürdürülebilir ekonomik büyümeyi hedefliyor." denmiş.

"İslami olarak sınırlandırılamaz" felsefesi ile yaklaşarak yine, kompleksten kurtulunulamamış bir açıklama kondurmuşlar.

Mevduat ve kredi faizlerinde makasın bu denli açık olmasından kaynaklı sistemin yanlış olduğunu izah eden anlayışın bu yapıyı çözmesi, inovatif yaklaşımda bulunması, gerçekten, halka dönük finansman kullanımını gerçekleştirmesi mümkün değildir. Olsa olsa bir adımla daha vatandaştan parayı nasıl alır, nasıl daha farklı yönetmlerle de kazanırızın inovasyonunu yapabilirler. Devletin zirvesinin katılmış olması dahi bu yanlışlığı doğru kılmaz.

Eğer sistemi yeniden kurgulayarak, temel değişiklik ile "devletin, finans kuruluşlarını sermayedara sadece işletmek üzere kiralayabilmesi"esası üzerine kuramıyorsanız (görülen o ki kurmayacaksınız), şu an var olan mer-i mevzuat ve dünya gerçeklerine rağmen, bir #BüyükAile olabilmek mantığı ile;

devletin, paydaşlar ile birlikte anlık olarak, gerçekten kontrol edebildiği, halka dönük finansman yapısını kurabilmektir.

Bu zirve, hiç mi işe yaramadı derseniz, tabiki değil. Bizim yeniden düşünmemize sebep oldu, yan derede zehirlenen çocukların ailelerine de belki, uyandıran bir bilgi, ulaşmış oldu.

Aynanın odağını değiştirmedikçe, ne taraftan bakarsanız bakın ayna sizi görmüyorsa görmemeye devam eder. Insanın yerini ya da yönünü değiştirmek ile odak değiştirmek, asla aynı şey değildir.

 

 

 

STK'lar, yetkili denetçi hüviyeti kazandı

"Bu gün, yapılan ihalede kazanan firmanın yetkilileri, sivil toplum kuruluşunu ziyaret ederek, ilçede yapılacak olan otistik insanlara yönelik park için, destek vereceklerini iletti.

Firma yetkilileri ayrıca, STKP'nın yönlendirdiği "halk gönüllüsü yetkin kişilerin", günlük denetimlerini yaptıktan sonra, karşılaşabilecekleri yanlış ya da eksiklerin, hemen düzeltilebilmesi adına, hızla kendilerine ulaştırılması için, özel bir telefon numarası ve yetkili, eğitimli görevliler tahsis ettiklerini söylediler."

Kulağa ne kadar hoş geliyor....

STK'ların, bu süreçte organizatör denetçi olmasının hayal olmaktan çıkması ile, yukarıdaki satırları söyletebilecek; şeffaf süreç yönetiminde, "BüyükAile" modelinin hayat bulması; halktan, konu ile ilgili yetkinliğe sahip kişilerin, bu organizasyonda, millet adına, (bedelini de alarak) denetim yapması ile bu yeni bir sistem, hayat bulsa, ne hoş olurdu değil mi?

Bu ütopik bir düşünce mi?

Gerçekleşmesi çok kolay, realist bir hayal mi?

Şeffaf süreç yönetiminin getireceği en önemli değişiklik, kaygısızca, ilgililerin sistemi takip etmelerine fırsat verebilmektir.

Bu da ne zordur, ne de ütopyadır!

Sadece karardır...

Eğer, sistem Türkiye'de yaşayan ilgililerin ve meraklıların, tamamı tarafından gözetim altında tutulabiliyor, süreçlerin tamamı onlara açık bir şekilde yürütülebiliyor ise, zorunlu dürüstlük kapısı da, ardına kadar açılmış demektir. Bu kapının ilk eşik geçicileri de, halk adına STK'lar (sivil toplum kuruluşları) olacaktır. STK'lar devlet organlarının, güvenliğe taalluk etmeyen ve halkı ilgilendiren tüm konulara, Şeffaf koridor ve DEDE sistemi ile müdahil olabilmesi ile sistem pekiştirilebilecektir.

Bu yapı,gerek, tüm siyasilerin verdikleri sözlerin takibi ve de, halkın sorun ve ihtiyaçlarının, halk adına takipçisi olabilecek,şeffaf koridor sistemi; Gerekse, devlet organlarından herhangi birisi ile halktan herhangi bir bireyinin karşı karşıya gelmesi, haksızlıkların,yanlışlıkların, iftiraların oluşması durumunda, halk adına,milletin vicdanı adına hareket edecek olan; DEDE müessesesini de, sivil toplum kuruluşları olarak, sistemin olmazsa olmazları haline getirmeyi sağlayacaktır.

Devlet organlarının, halkın yaşamını etkileyecek bir kararı almadan, bunu sahada görüntülemesi,oylaması, STK'lardan seçilmiş, sivil toplum kurulu platformu (STKP) üyelerinin,temsilcilerinin, bu süreçleri takip etmesi ve halk adına müdahil olması, insanımızın yaşamını daha insani hale getirmek için, önemli bir aşama olacaktır.

Millet, (HD) halk denetim şirketinin de, yönetiminde (her yıl değişmek kaydı ile) var olacak olan bu temsilciler ile; Kürt,Laz,Çerkez,Türkmen; Alevi,Sünni; Müslim, gayri müslim; AK partili, Saadet Partili, Büyük Birlik Partili, Cumhuriyet Halk Parti'li, Milliyetçi Hareket Parti'li, ya da partisiz ayrımı olmaksızın, halkın tamamı, kendisini ilgilendiren kararlara katılabilecek ve digital ortamda (halkın içerisinden yetişmiş, digital sistemin yöneticilerince denetlenen yapıda), yönetime doğrudan katılabileceklerdir.

Denetim ve katılımı sağlayan BüyükAile modeli'nde, ister inanç, ister demokrasinin kurulalı kabul edilsin, sunanlar tarafından bir lütuf değil, bir zorunluluktur.

Bir zihin devrimi ile; Sivil toplum kuruluşları platformu oluşturarak; " STK'ların, millet adına yetkili denetçi hüvviyeti kazanması" dönemi gelmiştir.

"Devlete hesap sorabilen halkın iş takipçileri, koridorda" tümcesi ile rahat uyuyabilen bir iç denetim mekanizması, milletimin gündemine girmelidir.

Bunun için de, sadece karar ve kararlılık lazım,hepsi o kadar.

 

 

 

Bölgesel liderliğe hazır olmayan kim?

Batı hayranlığının batı ile birlikteliğe dönüşeceği;Türk-Arap; İslam alemine, desteklerle öncülük edebilecek, yeni bir medeniyetin hayat bulması için, artık zaman gelmiştir.

Bölgesel bir gücün zeminini oluşturabilmek; İstihbarat servislerini, her düşmanca oluşuma hazır halde tutmak, işin sadece başlangıcı ama en önemli noktasıdır.

Güçlendirilmiş bir yapı hayata geçirilerek, tüm teknolojik imkanlar ellerine verilmelidir.

İster bir grubun, internet üzerinden sistemi karıştırmak için siber saldırı girişimleri; ister, bir bölgemizde terörist odakların harekete geçirilme çalışmaları; ister, sebebi ne olursa olsun, oluşturulmuş tehlikeli bir virüsün ülkemize sokulması için yapılacak faaliyetler; ister, dünyadaki ülkelerin birinde ülkemize yönelik hazırlanan kötü amaçlı planlar, müdahaleler...

Ne olursa olsun, milletimizin menfaatlerini korumak için, ülkemizin güven içinde yaşamasını ve komşularına da güven vermesini sağlamak için, sürekli tetikte olacak yapıyı, faal halde tutabilmeliyiz.

Sağlam ve akıllı yatırımları barındıran güvenlik çalışmaları ile modernizasyonun sağlanması, güvenlik sanayimizin "black out" günlerinde de ayakta durabilmesi için, yeterli ve gerekli düzeyde ulusallaştırılması sağlanabilmelidir.

Ekonomik gelişmeler için kurulacak geniş tabanlı ittifakların, güçlü lobicilik faaliyetlerinin, diplomatik faaliyetlerin, yurtdışı elçiliklerinde, bulunulan ülkeye Türkiye'nin gücünü, kendi insanına ve kendine yakın olanlara verdiği değeri hissettirecek, görünüm ve icraatların, güvenlik yatırımlarının ve enerji yatırımlarının, oluşturulacak gündemde sürekli sıcak yerlerini muhafaza etmeleri sağlanabilmelidir.

Tehditlerin maksimal seviyeye çıkmadan, üstesinden gelinmesi sağlanabilecektir.

Bölgesel liderliğin gerçeklerinden en önemlilerinden birisi; Dünyada gelişen olaylara karşı ilgi, bilgi sahibi olmak ve fikir sahibi olmaktır. Bu sebeple İsrail'den Japonya'ya, Kore, Avustralya, Hindistan'a, Çin'e kadar, kurulacak birliklerde yer almanın yolları bulunmak zorundadır.

Güney Afrika'da, öncelikle sivil toplum kuruluşları sonra da resmi kurumlarla varlığımızı ve birlikteliğimizi, ticaretimizle oraya koyan, geleceğe yatırım yapan politikalar izlenmelidir.

Bu amaçla Afganistan'dan, Bosna'dan, Meksika'dan, Macaristan'dan, Zimbabve'den, Sudan'dan, İran'a... Tüm bölge ülkelerine kadar yönetim biçimlerine saygı duymak kaydı ile, köklerdeki birliktelik anlayışı ile tekrar modern dünyada birlikteliğe çevrilecek çalışmalara gidilmelidir.

Türk cumhuriyetleri ve Arap coğrafyasında, İslam kardeşliği birlikteliğinin en yüksek seviyelere tırmanarak, sınırlarımızdan başlamak kaydı ile; herkesi için barış, herkes için adalet ilkesi doğrultusunda, ülkemizi bölgenin lider ülkesi haline getirebilmek mümkün olabilecektir.

Bütün bunlar için; Bölgelere dönük bakanlıklar, dış işleri bakanlığından ayrı olarak tesis edilmeli, Böylece; hem dış işleri, hem turizm, hem de maliye ile, kol kola, başarıyı oluşturacak liderlik yürüyüşü hareketi sağlanabilecektir.

Liderlik yürüyüşü hareketi için halk hazır...
Liderlik yürüyüşü için Türk-Arap coğrafyasının oluşturduğu İslam dünyası hazır...

Kabul için tüm dünya ülkeleri hazır...

Hazır olamayan kim?...

 

 

 

İflas veya ihtiyaçtan; "Satılık Belediye "

Siz hiç, bu güne kadar, parası bittiği için memuruna-işçisine maaşlarını ila nihaiye ödemeyen...

Yapılan hizmetlerin karşılıklarını ödeyemediği için haciz, memurlarının cirit attığı, mallarını sayarak yeddi emine teslim ettiği...

Belediye tabelasının altına; İflas veya ihtiyaçtan; "Satılık belediye" levhası gördünüz mü?

Belediye.

Gelir durumu ne olursa olsun;

Genel bütçeden ya da başka kaynaklardan, bütçesi yeterli düzeyde gelsin ya da gelmesin...

İster koskoca bir metropol olsun, her sokağında gelir oluşsun...

İster, küçük bir sahil kasabası olsun; Yılda 3-4 aylık turizmle yüzler gülsün.

İster, Anadolu'mun her hangi bir noktasında; Bütçesi sadece, rutin hizmetleri yapmaya, personel maaşını ödemeye yetecek kadar olsun...

İster, gelir şişkinliği ile kasaları dopdolu olsun...

İster, her ayın sonunda; Bir ay sonranın yapılması düşünülen hizmetleri için, kara kara, düşünülmek zorunda kalınan bir belediye olsun...

Sokakları temizler, su borularını tamir eder, kar kürer, yol açar ya da düzenler,temiz ve pis su hizmetlerini; Öz kaynak kullanarak, yap işlet devret modeli ile gelecekteki geliri ipotek vererek, bazen de boyundan büyük borçlanarak, gerçekleştirir.

Hatta beldedeki vatandaşların bir kısmına, destek olabilecek bir kumbara bile geliştirir.

Hülasa hizmet yaparlar.

Yapmak zorundadırlar.

Ama asla, belediye tabelasının altına, penceresinin camına ya da çok satan bir gazetenin, çok tıklanan bir sitenin sayfasına;

İflastan ya da ihtiyaçtan; "satılık belediye" ilanı, vermez.

Çünkü belediye batmaz. Batamaz.

Devlet, borçlarını üstlenir-kendisine olanları siler veya ödeyeceği şekilde vadesini uzatır, gelirini arttırır, para verir...

Aklınıza gelebilecek, bu güne kadar uygulanmış her türlü yöntem ile; "Belediye,borçtan-yükten,rezillikten kurtarılır."

Bu arada; Belediyeye iş yapan, ürün ya da hizmet satan, ihale alan ve alacaklı durumda olan; "Belediyenin" iş "ortakları" da kurtarılmış olur.

Bu "ortakların" bulunduğumuz serbest Pazar ekonomisinde; İflas etmesi,borcunu yok sayacak şekilde el değiştirmesi,satılması mümkün olmayan, "belediyenin" iş "ortağı" değil de, piyasadaki herhangi bir firmanın "iş ortağı" olsalardı, böyle bir şansı, asla olmazdı.

Devletin halkı ile barışıklık kararı verdiği, onların lehine, onların karına, onların,kazancına dönük çalışmalar yapacağını vaat ettiği, hatta bir nebze bu yolda adım da attığı şu günlerde; "Eşit şartlarda eşit paylaşımı" önceleyelim.

Sadece,güçlü-tanıdık,belediye ile ilintili olanlara yakın olanların; "Belediye ile iş ortaklığı " yerine,

"Halkın belediye ile iş ortaklığı" yapmasını, "halkın insanca yaşama rutini"nigaranti altına alacak olan;

" BüyükAile" modelini getirelim.

İhtiyaçtan satılık yaşamları, ortadan kaldıralım.

Vatandaş, seçimlerde, rutin-modern, çağdaş belediye hizmetlerini de alacakları başkan adaylarına;

"Başkan; Ay sonunda bana ne kadar kazandıracaksın?"

Diyebilsin.

 

 

 

360 Derece Ufuk

Topraktan koptuk, liderlikten koptuk ; topraktan koptuk toplumdan koptuk;topraktan koptuk yarıştan koptuk,araştırmadan, geliştirmeden,ufuktan koptuk.
Tekrar toprağa döneceğiz,tekrar toplumla birlikte,liderlik yolunda yarışa, üreterek
katılacağız ve emin olun, kazanacağız.

Bir fikrin yeşerebilmesi için o fikrin oluşması lazım.
Oluşması için de evlatları iyi eğitilmiş ailelere ihtiyacımız var.

Kaliteli bir eğitim yoksa ,yeşeren fikirler zemin bulamaz. Bu zemin yoksa ;teknolojiye, sanayiye yapılacak yatırımların bir değeri olamaz.

Onun için önce eğitim alanlarını yükselteceğiz. Her aile evladını bu devlette özgürce okutabilme imkanına kavuşacak. Yetişmiş insan gücümüzle fikirler oluşturacağız, oluşmuş fikirlere yön vereceğiz.Üreteceğiz-denetleyeceğiz, üreteceğiz-denetleyeceğiz, üreteceğiz-denetleyeceğiz...

Yeni fikirlerle ,yeni buluşlarla,yeni bakış açıları ile ve yeni yöntemlerle liderlik yolundaki yarışa yeniden yelken açabileceğiz.

Geleceğimize yatırım yapacak çalışmalarla; Türk Arap coğrafyasındaki İslam dünyasının, ekonomik ihyasına yapacağımız katkılarla, üretimlerimizle, halkımıza gelir seviyesi yüksek bir hayat sağlamak mümkün olabilecektir.

Bu toplum bunu geçmişte yaptı ve tekrar yapabilecek potansiyele ve azme sahiptir.

Sınırdaki ve uzak yakın tüm komşularımızın ihtiyaçları ortada iken ,ülkemizin gelecek yatırımları düşüncesi ile onlarla her türlü ekonomik birliktelik sağlaması ve karşılıklı menfaatleri oluşturmasından, daha normal ne olabilir?

Geçmişten günümüze tüm ülkelerin bağımlı oldukları en önemli üretim girdisi, enerji.

Gerek küresel ısınmanın gittikçe arttığı yönündeki açıklamalar ,gerekse yer altı kaynaklı yakıtların tekel olması ve ciddi savaşlara sebep olması sebebi ile ; yeni ve temiz bir alternatifi yıllardır dünya tartışmaktadır.

Bu tartışmanın içinde biz; su kaynaklarımız ,yer altı ve yerüstü enerji kaynaklarımız ,ciddi tüketim toplumu olmamız sebebi ile daima var olduk.

öyleyse bundan sonra, yarışın içinde de, var olabilmeliyiz.

Bunun için çalışmalar yürütülürken hayata geçmiş olanlardan yararlanılarak,enerji bağımlılığını azaltan bir yatırıma gidenlere, alım yapanlara bu konuda faizsiz,yüzde yüz garantili krediler verilebilmelidir.

Teknolojik eksiklikler sebebi ile arama durdurulan, kapatılan, tüm sahalar yeniden açılabilmeli,gerekirse farklı firmalarla birliktelik, devlet desteği ile sağlanabilmelidir.
Yeni sahalarda enerji kaynakları araması hızlandırılmalıdır.

Hazine desteği ile şeffaf süreç denetiminde; temiz enerji seferberliği ilan edilerek; jeotermal ,jeotermik,rüzgar, ay yansıtmalı dahil, güneş,biyo-enerji üretimi, elektrikli araç teknolojisine vakit geçirmeden hızlıca geçişin desteklenmesi,yeni teknoloji elektrik sisteminin devreye alınması ,bizlere yeni iş alanları oluştururken, yakın uzak komşularımıza ve ticari ilişki içerisine gireceğimiz ülkelere altyapı yatırımı ve ihracat şansımızı arttırabilecektir.

Dünya gündeminde yer alan ,temiz kömür teknolojisi ile yeni bir araştırma geliştirme yarışının, hemen göbeğinde yer alabilmek mümkün olabilecektir.

Enerji kirliliğinin oluşturduğu atıkların toplanabileceği; bitkisel, doğal ayrıştırma oluşturabilen, geri dönüşümü de mümkün kılan biyolojik çalışmaların hayata geçirilmesi hızlandırılmalıdır.

Enerji üretiminde bireyselliği de teşvik ederek, binaların hem ısı yalıtımlarını hem de güneşten faydalanarak, enerji üretiminin desteklenmesi sağlanabilecektir. Selilozik etanol içeren biyo-enerji kaynağı üretebilmek için, toprak birleştirme metodu ile, dönüşümsüz ama kesin kontrollü bir sistemin oluşturulduğu , şeffaf süreç denetimine tabi teşvikler verilerek, bir sonraki döneme,üreticiler listesi yarışına, üst sıralardan girme şansını yakalamak mümkün olabilecektir.

Bu çalışmalara karbon salımının düşürülmesi,ya da düşük karbonlu yakıtların devreye alınması çalışmaları da yön verecektir.

Yarın, salınım bedeli ile karşı karşıya kalındığında, geç kalmamızın bedelini, daha ağır olarak ödemek durumunda kalmayalım, hatta sistemin içinde yer alacak ölçülerde çalışmalarla, konumlanmamız şu an mümkündür.

Teknolojik geliştirmeler,kök hücre çalışmaları,enerji,internet,genetik bilimi, medikal konulu tüm geliştirmeler için, bir fon oluşturularak sürekli takip ve finansmanı sağlanabilmelidir.

İşyerlerinin yüzde 30 undan fazlasını yurtdışına taşıyan şirketlerin vergi indirimlerinden yararlanamamalarını sağlamakla birlikte ,Türkiye'ye yatırım yapacak tüm şirketlere de; Kapasite,istihdam gereklilik oranına göre, destekler ve teşvikler verilebilmelidir.

Beynini kiraya vermişlere göre, bu hayal...
Ufku gerçekten 360 derece olanlara göre ise:
Hem halkın kazanması ,hem de bağımsız olması demektir.

Kaynak mı!

 

 

 

 

Devlete Hesap Sorabilen İş Takipçileri, Koridorda

Seçim meydanlarında; "eğer kazanırsam,eğer bana oy verirseniz de ben belediye başkanı olursam, yolların altını oyup yeni yollar yapacağım,üzerinden asma raylarla teleferikler geçireceğim, ortasını da sizin rahatlıkla yürüyebileceğiniz,dinlenebileceğiniz, çocuklarınızın koşup oynayabileceği meydanlar haline getireceğim" diye vaatte bulunmuş, söz vermiş olan bir belediye başkanı, seçimi kazansa.....

Seçildikten sonra da bu söylediklerini unutup, enkaz edebiyatı ile ya da başka işlerle meşgul olsa,bu günkü sistem içerisinde kim,nasıl hesap sorabilir?

Kısır demokrasi havarilerinin, hemen devreye girerek; "5 yıl sonra hesabını sorarlar" dediğini duyar gibiyim. Ama o 5 yılda atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmiş olur.

Milletime de sadece geçmiş olsun kalır.
Ya da diyelim ki, bir vatandaşımız, bir haksızlığa uğradı ve haksızlığı da otoriteyi,devleti temsil eden bir kurum mesela yine, bu seçilmiş belediye başkanı yaptı. Kim bu yanlışı düzeltecek, kim bu vatandaşın haklarını savunacak?

Aynı anlayışın temsilcisi olan; "işi düzgün"lerden aynı yaklaşımlı bir cevap alabilirsiniz; "Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri var." Okuyanların bile tebessümünü hissedebiliyorum. Onca para ve zamanın akıtılması gereken, aylarca ya da senelerce sürecek bir sıkıntılı dönemin başlangıcına kapı açan,belki de dava bittiğinde dava konusunun bile yeni bir yapılanma ile değiştirilmiş olabileceği bu yapıda milletimin; "adalet ve hemen şimdi adalet" hakkını kim savunacak, sıkıntıyı oluşmadan kim önleyecek,kim önleyebilir? Maalesef kurumsal olarak, hiç kimse.

Bu günkü sistemin özü bu.
Peki,bu sağlık uygulamalarında korucu hekimlik olarak geçen tümcenin ardındaki anlamda olduğu gibi, sıkıntıyı oluşturmadan, sıkıntıya götürecek yolları kapamak daha doğru,daha masrafsız,daha adil,daha insanı olmaz mı?

Bunun için, devlete milletin tek tek bireyleri adına hesap sorabilen, bu bireyler için iş takibi yapanlar için bir koridor oluştursak daha doğru olmaz mı?

Tabi ki olur. Hatta, Bu gün yapacak cesareti veya isteği olan çıkmasa bile, yarın mutlaka yapılacaktır.
Olmak zorundadır.

(STP) sivil toplum platformunun denetiminde, (HD) halk denetim şirketinin önderliğinde, bir şeffaf koridor yapısı ile, sosyal yapının koruyucu hekimliğini oluşturmak mümkün ve kolaydır.

Her beldede bir mekan oluşturarak, o beldedeki, HD şirketine ortak olanların girişine, serbest kılınacak. Bu alanlarda, yönetimlerin;
Herhangi bir bireyin, hayatını etkileyecek her konunun, ilk imzasının atılacağı, ilk toplantının yapıldığı günden itibaren, tüm toplantıları, bu merkezlerden izleme ve eleştiri, fikir, yorum ve karşı duruşları, STKP vasıtası ile gündeme taşıma, gerekli kanuni müdahaleyi, "zamanında yapabilme ve yaptırabilme" hakkına sahip olabileceklerdir.

Şeffaf koridor (STKP den her yıl gruplar halinde değiştirilerek görevlendirilen) yetkililerinin bir görevi de halkı aydınlatmak ve halka verilmiş sözlerin, tutulup tutulmadığını, onlar adına takip etmek, gerekli kamuoyunu oluşturmak, bireylere ve halka bilgi vermek,halka karşı bireylerin haklarını koruyacak şekilde organize olmak olacaktır.

Bir nevi iş takipçisi olacak olan bu yapının sürekli değişken mensupları; milleti oluşturan bireyler haklarını aramak,hesap soracak mercilere taşıyarak insanımızı takip zulmünden kurtarmak ve haklarını almalarına destek olmak adına, milletin iş takipçisi olarak koridorlarda olacaktır.

Ve bireylerin hak aramasına, hakkına kavuşmasına, haksızlık ve iftiralardan kurtulmasına,vaatlerin tutulmasına,yanlışlıkların oluşmadan yok edilmesine, kısacası zorunlu dürüstlüğe zemin oluşturacak bu sistem;

"DEDE başbakana; "haksızsınız" deyince,
Sn. başbakan da; "evet haklıymışsınız" dedi ve gereğini yaptı.
Anlayışını oluşturacak, STK yapılanmasına ulaşması ile, zirveye ulaşacaktır.

 

 

 

Gelecek için bir vizyon turu

Yatırımla, üretimle kazanacağız.

Bir fikrin yeşerebilmesi için. o fikrin oluşması lazım.
Oluşması için de. evlatları iyi eğitilmiş ailelere ihtiyacımız var.

Kaliteli bir eğitim yoksa ,yeşeren fikirler zemin bulamaz. Bu zeminyoksa; Teknolojiye, sanayiye yapılacak yatırımların. bir değeri
olamaz.

Onun için önce eğitim alanlarını yükselteceğiz.
Her aile. evladını bu devlette okutabilme imkanına ve özgürlüğüne kavuşacak.
Yetişmiş insan gücümüzle fikirler oluşturacağız, oluşmuş fikirlere yönvereceğiz.
Üreteceğiz-denetleyeceğiz, üreteceğiz-denetleyeceğiz, üreteceğiz-denetleyeceğiz...

Yeni fikirlerle ,yeni buluşlarla,yeni bakış açıları ile ve yeniyöntemlerle liderlik yolundaki yarışa, yeniden yelken açabileceğiz.

Geleceğimize yatırım yapacak çalışmalarla; Türk ve Arapcoğrafyasındaki İslam dünyasının, ekonomik ihyasına yapacağımız katkılarla,
üretimlerimizle, halkımıza gelir seviyesi yüksek bir hayat sağlamak
mümkün olabilecektir.

Bu toplum bunu geçmişte yaptı ve tekrar yapabilecek potansiyele ve
azme sahiptir.

Sınırlarımızdaki ve uzaktaki tüm komşularımızın,bizimle tarih bağı

olanların ihtiyaçları ortada,
ülkemizin gelecek yatırımları düşüncesi ile, onlarla her türlüekonomik birliktelik sağlaması ve karşılıklı menfaatleri
oluşturması,daha da etkinleştirilmesi sağlanablir.

Geçmişten günümüze tüm ülkelerin bağımlı oldukları en önemli üretim
girdisi;enerji.

Gerek küresel ısınmanın gittikçe arttığı yönündeki açıklamalar
,gerekse yer altı kaynaklı yakıtların tekel olması ve ciddi savaşlara
sebep olması sebebi ile ;
yeni ve temiz bir alternatifi yıllardır dünya tartışmaktadır.

Bu tartışmanın içinde biz; Su kaynaklarımız ,yer altı ve yerüstüenerji kaynaklarımız ile ,ciddi tüketim toplumu olmamız sebebi iledaima var olduk.

öyleyse bundan sonra, bu yarışın içinde de var olabilmeliyiz.
Ancak devlet imkanlarının eşit şartlarada herkese eşit sunulması kaydı ile.

Bunun için çalışmalar yürütülürken, hayata geçmiş olanlardan
yararlanılarak,enerji bağımlılığını azaltan bir yatırıma gidenlere,
alım yapanlara bu konuda faizsiz,yüzde yüz garantili krediler
verilmeyi hemen başlanmalıdır.

Teknolojik eksiklikler veya başka sebepler ile araması durdurulan,kapatılan, tüm sahalar yeniden açılabilmeli,
özel sektörümüzle ve halkla hatta, gerekirse yabancı farklı firmalarlabirliktelik, devlet desteği ile sağlanabilmelidir.
Yeni sahalarda ve yeni enerji kaynakları araması hızlandırılmalıdır.

Hazine desteği ile şeffaf süreç denetiminde;
Temiz enerji seferberliği ilan edilerek; Jeotermal ,jeotermik,rüzgar,
ay yansıtmalı dahil,
güneş enerjisi üretiminin bireyselleştirilmesi,biyo-enerji üretimi;
Elektrikli araç teknolojisine vakit geçirmeden hızlıca geçişin desteklenmesi,yeni teknoloji elektrik sisteminin devreye alınması
bizlere yeni iş alanları oluştururken, yakın uzak komşularımıza ve
ticari ilişki içerisine gireceğimiz diğer ülkelerle de, altyapı
yatırımı ve ihracat şansımızı arttırabilecektir.

Dünya gündeminde yer alan; Temiz kömür teknolojisi ile yeni bir
araştırma geliştirme yarışının, hemen göbeğinde yer alabilmek mümkün
olabilecektir.

Enerji kirliliğinin oluşturduğu atıkların toplanabileceği;
Bitkisel, doğal ayrıştırma oluşturabilen, geri dönüşümü de mümkün
kılan biyolojik çalışmaların, hayata geçirilmesi hızlandırılmalıdır.

Enerji üretiminde bireyselliği de sıfır faizlerle teşvik ederek,binaların hem ısı yalıtımlarının,
hem de güneşten faydalanarak, enerji üretiminin desteklenmesi
sağlanabilecektir.
Selilozik etanol içeren biyo-enerji kaynağı üretebilmek için, büyük
aile modeli toprak birleştirme metodu ile,
dönüşümsüz ama kesin kontrollü sistemin oluşturulduğu, büyük aile
modelindeki halkın denetiminin kurumsallaştırıldığı,
şeffaf süreç denetimine tabi teşvikler verilerek, bir sonrakidöneme, dünya üreticiler listesine üst sıralardan girme şansınıyakalamak mümkün olabilecektir.

Bu çalışmalara karbon salımının düşürülmesi,ya da düşük karbonlu
yakıtların devreye alınması da önemli bir yer tutacaktır.

Yarın, salınım bedeli ile karşı karşıya kalındığında, geç kalma
bedelini, ağır olarak ödemek durumunda kalmayalım.
Hatta sistemin kurucuları içinde yer alacak ölçülerde çalışmalarla,
yerimizi alabilmemiz, şu an mümkün görünmektedir.

Teknolojik geliştirmeler, kök hücre çalışmaları,enerji,internet,medikal
konulu tüm geliştirmeler için, yerel fonlar oluşturularak, sürekli
takip ve finansmanı sağlanabilmelidir.

İşyerlerini yurtdışına taşıyan şirketlerin vergi indirimlerinden
yararlanamayacakları bir yapı oluşturmanın yanında ,
Türkiye'ye yatırım yapacak tüm şirketlere de; Kapasite,istihdam
gereklilik oranına göre, destekler ve teşvikler verilebilmelidir.
Yabancılara toprak satışının acilen durdurularak,toprakların, yüz, iki
yüz yıl gibi sürelerele kiralanması ve mülkiyetinin bu devlette,bu
millette kalması sağlanmalıdır.
Kaynak mı yok?
O zaman büyük aile sistemini ,
Önyargılardan sıyrılarak,
dikkatle bir daha

 

 

 

Kapitalizm de Bitmeli, Halk Devlet Kaynaklarının Fiili Ortağı Olmalı

Kaynağı Amerika imiş gibi görünen bir ekonomik kriz, içinde bulunduğumuz, onunla nefes aldığımız, ama bir türlü bizimdir diye benimseyemediğimiz kapitalist sistemin masaya yatırılmadan ameliyatı gündeme getirildi.

Masaya yatırılmadan diyorum çünkü,sistemin inkıtaa uğramasının vereceği zararlar bu günkünden fazla olacağı tahmin edildiğinden ayakta tedaviyi zorunlu kılıyor. Ama bunun adı ameliyat, canlı canlı ameliyat. Bir kez daha kangren olmuş bölgeler kesilecek, tümörler temizlenecek ya da temizlenmiş gibi yapılarak yara kapatılacak. Yani biraz daha eksiltilmiş biraz daha protezle beslenmiş, biraz daha çürümeye yönelmiş bir vücutla, yola devam edilecek.

Yani hiç kimse kapitalizmi sorgulamadan, "sadece sistemin yürütülmesinde aksaklık meydana geldi" adı altında değişikliğe gidecek.
İstendik yönde değişikliklerle reel kapitalizmin "girişimi yapan kar ve zarara katlanır" düsturu, bu kez değiştirilerek devlet müdahalesine onay verildi. Yani kapitalizme bir avuç kadar sosyalizm anlayışı eklendi.

Büyük şirketler kurtarıldı,bankalar kurtarıldı...
Kısacası devlet gücü, sahaya indi.
Devletin de sahada olması!
Bu bizim "hayır olmaz!" Dediğimiz bir durum değil, ama kapitalizm değil.
Çünkü yukarıda bahsettiğimiz kapitalizm tarifinde girişimcilerin,zarar etmeleri durumunda zararın halka fatura edilmesi yok. Hiçbir sistemde "kar olursa girişimciye, zarar olursa halka" diye bir mantık yok.
Kapitalist sistem her ameliyatta bir parçasını kaybedince süreçteki uygulamaları da değişir hale geldi.
Gelişen zamana ayak uydurmak tabiî ki olacak amma, ana sistemden taviz verince bu sistem kapitalizm olmaz.
Sistemin işleyişi; eğer küçük girişimci zarar ederse iflas eder kapatır, yeni girişimciler piyasadaki yerini alır, yani sermaye el değiştirir. Çok büyük girişimci zarar ederse sermaye el değiştirmesin diye devlet kapitalizmi unutur ve halk devlet aracılığı ile soyularak, gerçek kapitalist olarak kabul edilen çok büyük girişimci, kurtarılıra dönüşmüş olur. Oldu da.
Bu gün kapitalizmin ulaşabildiği son nokta; Kapitalistizm.
Peki, bu işin kurtuluşu nedir?
Kurtuluş, kıt kaynakların ne kapitalizmde olduğu gibi çok büyük sermayenin emrinde bir 'nas' olmasında, ne de Sosyalizmde olduğu gibi, devletin, millet adınaymış gibi hareket ederek, elitler hariç, kaynaklardan milleti bağımsız hale getirmesindedir.

Çare vardır; O da, Bankaların, sigorta şirketlerinin gelirlerini veya mevduatlarını ,paranın gerçek sahibinin katılımı ve onayı alınmadan hareket ettirme, istediği gibi kullanma yetisinin olmadığı...
Riskin devlet, kurumlar ve halk tarafından gözlemeye müsait bir yapı ile yürütülmesi. Ayrıca; Kıt kaynakların, bu sistemle fiili küçük ortak olması gereken devletin, destek ve kontrolünde, girişimci insanların yönetiminde, halkın tüm süreçlerde denetim/katılım ve ortaklığında, tabana yayılmasındır.

Sadece devletin, devleti elinde bulunduranların, bir şekilde sermaye sahibi olmuş olanların devletten kazandığı değil, devletten sağlanan kaynaklara, halkın da pay sahibi olduğu yani ortak olduğu, süreçleri denetlediği sistemle, kazanan , açlık ihtimali olmayan, üreten, denetleyen bir BüyükAile olmak, artık mümkün.

 

 

 

Millet payını istiyor

Çağımızın nüksetmiş hastalığı; Bireysellik ve bireyselliğin doğal sonucu; "Benim olsun" anlayışı...

Hatta mümkünse; "Sadece benim olsun" anlayışı, ortalığı kasıp kavurmakta.

Oluşan bu talebi karşılamak için sistemler kurulmakta, çarklar birbirine eklenerek büyük çarkın dönmesi ve asla durmaması için ortamlar hazırlanmakta.

Bu talep, ölümcül bir virüs gibi her yeri sarmış durumda.

İslam ahlakı ,Protestan ahlaki gibi kavramlar, dünya üzerinde çekiştirilmeye, çoktan başladı bile....

Şimdi mesele şu; Bu virüs insanların beynine bukağı vurabildiğine göre, ne yapmalı ki, bireyselliğin oluşturduğu olumsuzlukları ters çevirebilelim. Karanlığın anlaşılamaması için, doğumdan hemen sonra gözleri bağlanmış bir fare gibi, karanlığı bilmeden karanlığa mahkûm edilmişliğin gerçeğini ortaya serebilelim.

Hem o virüsle birlikte yaşamı fark edelim, hem de fark ettirelim.

Yeni değilse bile yeniden, geliştirdiğimiz metotlarla; "sadece benim olsun, gerisinden bana ne" virüsünü, minimum etkili hale, zorunluluklarla getirelim.

Olumlu sonuçlar için maksimum, olumsuz sonuçlar için minimum etkiler, bireysel doyum talebinin neticesi ile, bireysel kazanç ve toplumsal kalkınmayı getirsin.

İşte bu noktada kilitlenen, ya da kilitlenmesi sağlanan kapitalizm, bu virüsün etkisi ile zeminlediği çalışmalarında, "toplumsal kazanın bireyden realize edilerek gerçekleşmesi" yerine, "ortalamada toplumsal kazanç" tanımını önceliyor ve onaylıyor.

Yani toplam geliri birey sayısına böldüğünüzde, ortalamada bireylerin zenginleştiği gibi bir matematiksel ama varsayımsal, gerçekte ise paylaşımı olmayan bir göstergeyi onaylıyor.

Hâlbuki bu gösterge bireylerin üzerine tutulduğunda, sistemin zamanla kastlar oluşturduğunu ve bu kastlar arasında uçurumlar gerçekleştirdiğini gördük. Bu uçurumların neticesi ile de, köleleştirmenin kolaycılığı ile, sadakaya mahkumlaştırılmış ekonomik düzenin, ya da düzensizliğin sağlandığı gerçeği artık saklanamıyor.

Halbuki kağıt üzerinde; Toplam 10 pulu, 10 kişiye bölüyor ve toplumsal kalkınma açıklarken herkese 1 pul düşecek milli gelirimiz var diyorlar ama, asla 10 pulu eşit şartlarda kazandırmıyor, eşit şartlarda dağıtmıyorlar.

Çünkü sistem buna müsaade etmiyor.

Yani; "bir kişiye 9 pul, 9 kişiye 1 pul" düzeni yıkılmasın diye herkes, göle su taşıyan gönüllülere dönüştürülmüş durumda.

Bu düzen değişmeli....

Bu düzen, dünyada değişmeli.

İnsanların beynine bukağı vuran bu virüsten, fıtrat itibarı ile kurtuluş çok zor olduğuna göre, yeni yöntemler, yeni modellerle; "reel bireysel kazancın oluşturduğu, reel toplumsal kalkınma", hemen hayat bulmalı.

İnsanlar, eşit şartlarda eşit paylaşım temelinde birleşerek, bireysel kazancın oluşturduğu toplumsal kalkınma modeli ile bir büyük aile olma dönemi başlamalıdır. Halkın, cebi için istediği gelir, devletin kaynaklarının eşit şartlarda sunumu ve dağıtımı ile gerçekleştirilmelidir.

Millet artık, kendi devletinin sahip olduklarına fiilen ortak olarak, geleceğini varlıkta ve yoklukta milleti ve devleti ile birlikteliğe bağlamalıdır. Çağın hastalığı bireysellik bu kez,tüm halk için zorunlu birlikteliği,zorunlu üretimi,zorunlu dürüstlüğü ve zorunlu refahı sağlayabilmek için yeniden sahne alacaktır.

Çünkü millet diyor ki; "devletin sahip olduklarından, bireysel olarak, payımı istiyorum."

Bunun olabileceği bilgisinin hacmi, genişleyerek her an köpürmeye, aktarılmaya ve gönülleri fethetmeye başlamıştır.

Ve zaman gelmiştir.

Bu düzen değişecek.